Sıradan Suçlu!
Bir 12 Eylül romanı olarak yayınlandı Mehmet Eroğlu’nun yeni kitabı; 1981: Yüz. Bir dörtleme olan önceki romanlarının kahramanlarından farklı bir kahramanla karşı karşıyayız bu kez.
Sıradan suçlu!
Suçluluk duygusunu hiç yaşadınız mı?
Hayır, kendi yaptığınız bir şeyden dolayı değil, herkes zaman zaman böylesi suçluluk duymuştur. Bilmediğiniz, tanımadığınız, hiç yüzünü görmediğiniz ve göremeyeceğiniz insanların hayatlarını etkileyen pis, çürük şeyler için, bunları yapanlar adına suçluluk duydunuz mu?
Sadece susarak ve seyirci kalarak bir suça, örneğin bir katiama ortak olduğunuzu düşündünüz mü?
Bunun sadece sizinle sınırlı olmadığını etrafınızdaki birçok insanın bu suça ortak olduğunu düşündünüz mü?Olmuştur.
Olduğuna ikna olmadınızsa eğer Everest Yayınları’ndan çıkan Mehmet Eroğlu’nun ‘ 1981: Yüz’ kitabını okumanız size böyle bir suçluluk duygusu yaratabilir. Hatta basit bir bina çatlağından, ‘memleket meselesi çıkaran’ bir bozguncu gibi bile hissedebilirsiniz kendinizi, hele de bu ülkede bazı insanların bolluk ve refah, bazılarının ise açlık ve pislik içinde yaşamak zorunda bırakıldığını düşünüyorsanız.
Bir 12 Eylül romanı olarak yayınlandı Mehmet Eroğlu’nun yeni kitabı, 1981: Yüz.
Bir dörtleme olan önceki romanlarının kahramanlarından farklı bir kahramanla karşı karşıyayız bu kez. Kendilerini ‘kurtarıcı’ olarak gören ve bunun için eyleme geçen ama yenilen kahramanların yerini bu kez bir ‘anti-kahraman’ almıştır. Kendisini arayan ve bu arayış sırasında flash-back’lere yaşanan yenilginin -12 Mart’ın- yarattığı tahribatın izlerini süren, Issızlığın Ortasında, Geç Kalmış Ölü, Yarım Kalan Yürüyüş ve Adını Unutan Adam kitapları ile tanıdık Mehmet Eroğlu’nu. Bu kitapların ortak özelliği yenilgiyi yaşayarak ideallerinden kopan insanların yaşadığı hesaplaşmanın dramını anlatmasıdır.
Bir 12 Eylül insanı
Ancak Eroğlu başka birçoklarının aksine suçu ideallere yüklemez. Onun anlattığı ideallerinden kopanların ‘kendileriyle olan hesaplaşmaları’dır. Bunu o insanları, anları ve anıları unutmamak için yapmaktadır. Ancak bu kez kahramanımız kendisini idealleri olan birisi olarak tanımlamıyor, ortalama ve sırdan birisi; bir 12 Eylül insanı. “Hiçbir hayatın başrolünü oynamaya kalkmamış, tutkuyla arasına sisli bir uzaklık yerleştirmiş, ilişkiyi aşka yeğleyen, erdemler ve ideallere akrabalığı olmayan” birisidir adı bile olmayan kahramanımız.
12 Eylül’ün bir hamur gibi yoğurup kendine benzettiği ve şekilsizleştirdiği, ‘yüzsüz’ bir ortalama vatandaş, bir mirasyedi, bir borsacı.
Yaşadığı değişimi şimdilerde fark eder. Ama değişim 1981’de başlamıştır. Bir asteğmen olarak işkenceye ve katliama seyirci kalmayı tercih ettiği ve bu yüzden yüzünü kaybettiği günden itibaren. İşkenceye aktif olarak hiç katılmamıştır, tetiği hiç çekmemiştir ama yapıldığını bildiği halde bütün bunların yapılmasına ses çıkarmamış izlemeyi tercih etmiştir. Yeri geldiğinde iktidara yardım da etmiştir. Gönülsüz de olsa muhbirlik yapmak çok da kötü bir iş olarak gözükmez gözüne. Tahir Hoca’yla konuştuklarını anlatmaktan çekinmez ama çıkarı söz konusu olduğunda dinleme aygıtını yerleştirmemek için kaçar.
Çünkü o “sadece kendi hayatını” sevmektedir.
Ölümle sonuçlanan illet
1981’de değişmiştir ve anahtar buradadır. Bir kurgu ustaıs olan Eroğlu, kahramanımızın hayatına giren ve ona aşık olan her kadının ‘ölme’sine yol açan ‘illeti’ bu tarihte gizlemiştir. Bu ‘ölümle sonuçlanan illetin’ tarihinin seçimi rastlantı değil, bize aynı zamanda şimdiki insan tipinin, seyirci olmakla başlayan ve ‘kendi hayatını seven borsadan başka merakı olmayan’ insanların şekillendirilmeye başladığı tarihtir bu.
Kahramanımızın hayatına giren dört kız kardeşin de aynı sonu; ‘ölümü’ paylaşması bu tarihte, 1981’de yaşananların sonucudur. Önceki kitaplarda hesaplaşmanın nihai noktası olarak, bir zafer olarak tanımlanan ölüm de değişir bu kitapta. Ölüm, 1981’de başlayan ‘sıradanlaşma illetinin’ sonucu olarak sanal bir ölümdür. İdealleri olan ve ’bütün insanların hayatına sevebilen’ ve ‘sıradan’ insanların aksine aşık olabilen kadınlar, Işık, Sevda ve Duygu ölürler Ferda’nın yaşaması için ise kahramanımıza aşık olmaması gerekir. Hayatına giren bütün kadınlar, siyahtan daha kara Ziynet ile, aşık olmayan ve kahramanımızla aşk değil bir haz ilişkisi yaşayan, iş ve ihale takipçisi Nazan dışında hepsi birer ideal sahibi kadınlar, ve her ne hikmetse hepsi kardeş olan Sevda, Duygu, Işık ölürler!.
İyi bir ressam olan Işık renklere olan ilgisini, gelecek vaat eden ses sanatçısı Sevda sesini kaybeder, Ferda ise aşkını. Ve sıradanlığa teslim olurlar, ölürler. Daha bundan gayrısı ne yazarı ilgilendirir ne de bizi ilgilendirmesini istemez. Hatta yazar daha ileri de gider, Bosna’da öldürülen çocuklar için üzülen Beyhan’ı ölmesi istenen yatalak bir hasta olarak anlatır. Eroğlu, ‘kurtarıcılığı’ da işler: Kendi bakış açısından başkasına gözünü kapatan Tahir Hoca böyle kurtarıcıları simgelerken, kahramanımız kaçmayı ve aylarca Antalya ve Bolu’da yaşamayı, olayların kendiliğinden sönümlenmesini tercih eder. ‘İnsan olma sorumluluğundan kaçamayan’ kahramanların yerini, olaylar yatışıncaya kadar kaçan yeni kahraman almıştır.
Ne sağcıyım, ne solcu!
Önceki kitaplarında darbeleri ve özellikle de 12 Mart’ı yok edici yönüyle anlatan Eroğlu bu kez 12 Eylül’e başka bir yönüyle, insanları yeniden şekillendirmesi yaratması ile bakar. 12 Eylül ve ardından yapılanlar günümüz ‘yeni ve ekonomik insanı’nı, bir dönemin popüler deyişiyle Beyaz Türk’leri yaratmıştır. “Ne sağcıyım, ne solcu; futbolcuyum futbolcu!” sloganına kardeş gelmiştir; “Ne sağcıyım, ne solcu; borsacıyım, borsacı!” Bu nedenle kahramanımız ‘eski solcu’ ve şimdilerde reklamcı olan Nejat’a da yanı mesafededir. İktidarın katili, tetikçi Faruk’a da. Hatta Faruk’tan korkması kahramanımızı ona daha da yaklaştırır. Çünkü korku, onun dikkate aldığı tek duygudur.
Eroğlu’nun buna iten, darbeyi sevinçle karşılamasa da sessizlikle karşılayan, işkence yapıldığını bilirken bilmezden gelen, idamlara ve yargısız infazlara alkış tutabilen izleyicilerin, darbe anayasasını yüzde 90 ile kabul etmesi. Ama bu yüzden onu suçsuz bulmayın. Unutmayın ki o da en az bizim kadar suçlu….
EVRENSEL /KÜLTÜR – SANAT TARİH : 25 EKİM 2000 YAZAN : İLHAN ULUSOY