Söyleşiler

Postekspres – Son kitabınızda ilk dikkatimi çeken şey, önceki kitaplarınızdan farklı olarak, yazmak/yazarlık sorunları üzerine gitmeniz. Bunda kitabın ana kahramanının bir yazar oluşunun etkisi de vardır elbette… Mehmet Eroğlu – Bazı yazarların yazacak insanları var. Gözlüyorlar ya da birlikte yaşıyorlar bu insanlarla, sonra da yazıyorlar. Bazı yazarlar ise yazmak için insan ‘yaratıyorlar’… Bu şekilde iki kategori olsa, acaba kendimi hangi katagoriye sokardım, diye kendime sorduğumda, ikincisini seçtiğimi görüyorum. Yani, ‘yazarak bir insan yaratmayı’. Aslına bakarsanız, büyük roman dediğimiz romanların kahramanları da zaten genellikle –çevrede rastlayacağımız insanlardan çok ‘yaratılmış’ kahramanlardır.

P. – Kurgulanmış olarak mı? Yaratılmış olarak mı? M.E. – Ben edebiyatta insana, her zaman yaratılış açısından yaklaşıyorum. Ayrıca, gerçeğin ve güzelliğin de, daha gerçek ve daha güzel olabilmesi için uydurulmaya ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Doğada bulunduğu ya da insan ilişkilerinde raslandığı şekilde, saf haliyle gerçek, gerçek değildir. Gerçek, hayattan biraz soyutlanmalı, deyiş yerindeyse kurgulanmalıdır. Ölümsüz kahramanları göz önüne getirdiğimizde, Donkişot’u örneğin, böyle bir karakterle mahallemizde karşılaşsak onu hiç inandırıcı bulmayız. Kimse öyle bir insanın varlığına kolay kolay inanmayacağı halde, Donkişot yaratılmış bir kahraman olarak son derece gerçektir, somuttur, canlıdır. Hepimizde var olan bir insanlık durumunu simgeleştirir çünkü. Dolayısıyla şunu da rahatlıkla iddia edebilirim: Bütün büyük kahramanlar, genellikle bir insanlık durumunu simgelerler. Buradan yola kalkarak, kendi kahramanlarımda en çok ortak ne olduğunu sorduğumda şunu görüyorum: Kendini sınayan, kendine sorular soran insan… Kahramanlarımın hiçbirinin rahat tip olmadığını söyleyebiliriz; hepsi yalnız insanlardır. Ve yine hepsi, mutlaka derin pişmanlıklar taşırlar. Zaten, bana göre, yazmak için birkaç şey lazım. Bunlardan biri, yalnızlıktır. Yalnızlığın yanı sıra pişmanlık çok önemlidir. Bir iç acı, bir türlü halledilemeyen bir sorun… Bir de içki.. Neredeyse boğuluncaya kadar içme isteği. Romanda yalnızlık ve pişmanlık insanı hep yazgı sorunuyla karşı karşıya getiriyor. Yaşadığımız şu gezegenin üstünde ne arıyorum? İnsanlık nedir, insanlığın içindeki benim konumum ne? Varlığımı nasıl anlamlı kılarım? Bazıları kurtarıcı olur, bazıları büyük suçlular… Benim roman kahramanlarım böyle insanlar işte.

P. – Bu şununla da bağlantılı galiba: Zamanın Manzarası’nın sonlarında, Tanrı’yla pazarlık eden bir yazar var. Kitabın başında da biraz değiniliyor buna; bu hikâyeyi yazabilmek için Tanrı’dan süre isteyen, bunun karşılığında da geriye kalan tüm hayatını vermeye hazır bir yazar kahraman. Yazmanın, yaratmanın Tanrısal boyutu… M.E. – İnsanın Tanrı’ya en çok denk olduğu konum yaratıcılık. Yani yazarken demek istiyorum. Zamanın Manzarasında Tanrı meselesinin çok sık ele alınmasının nedeni, kahramanın savaşarak, ömrü boyunca kurtulamayacağı bir pişmanlık edinmesi. Savaştığı sırada başına gelenleri bir insan olarak taşıyamaması. Bu pişmanlığı yok edecek ya da bu pişmanlığın üstünü örtebilecek tek şey ise yazmak. Bu bir bakıma, ruhunu arındırmak. Hayatında bulamadığı ilahiliği edebiyatta aramak. Kahramanımız aynı zamanda bu pişmanlıkla ilgili olarak Tanrı’ya öfke de duyuyor. Yazar olarak, ‘yaratılan insanların’ beni ilgilendiren bir diğer yönü, yaratılışımızın, yazgımızın o karanlık tarafı . Uzaktan yakından tanıdığımız herkesin, yaptığında bunu nasıl yapabilir diye düşündüğümüz, insanlık kavramıyla bağdaştıramadığımız vahşi, karanlık bir tarafı var. Zamanın manzarasındaki gibi kahramanları seçerek, insanların bu karanlık –ve korkutucu- taraflarıyla yüz yüze geldikleri zaman karşılaştıkları trajik durumları anlatmaya çalışıyorum.

P. – Freud’un insanın temel içgüdülerinden biri olarak şiddeti vurgulaması gibi, sizin kahramanınız da kendi içgüdüsel şiddetiyle karşılaştıktan sonra bir travma yaşıyor. M.E. – Evet. Travma nedeniyle yaşadığı şey, derin pişmanlık. Bu pişmanlık daha sonra Tanrı’ya dönüyor. “Bütün bunlar senin yüzünden,” diyor. Sonra da yoğun bir çatışma halini alıyor.

P. – Bu çatışmayı örgütlemek, pişmanlığı çözebilmek için roman yazmak gibi. M.E. – Savaş sandığımızdan, eğer katılmışsak, gördüğümüzden ve aklımızın aldığından çok daha geniş, çok daha büyük bir şey. Savaşı bir bütün olarak savaşın içinde algılamak çok zor. Belki de bu yüzden savaşın inanılmaz boyutlarını hep savaşın dışından bakarak –ve yazarak ya da okuyarak- kavrayabiliyoruz. Aslında savaşın içinde savaşı bir bütün olarak anlamak mümkün değil. İnsanoğlu orada hiç olmadığı kadar yalnız oluyor. Ölümün ikizi gibi. Ölümün iki yüzünü de yaşıyor. Hem öldürülen hem de öldüren oluyor. Bu durum da tabii ki edebiyat açısından çok önemli bir malzeme.

P. – Neredeyse tüm romanlarınızda savaş en önemli konu. M.E. – Doğru. Çünkü bizim ülkemizin gerçeği de bunu gösteriyor. Bazen adı konmamış savaşlarla örülü bir ülkede yaşıyoruz.

P. – İlk romanınız Issızlığın Ortasında, Kıbrıs Savaşı’yla başlıyor. Adını Unutan Adam, Filistin-İsrail savaşında geçiyor. Bu son roman da Doğu’daki iç savaşta. M.E. – Savaş, benim romanlarımda kahramanlarımı erittiğim önemli bir pota. Yazgısıyla, yaratılışının gölgeli tarafıyla karşılaşan kahramanları bu ateşte eriterek birçok boyuta ayrıştırabiliyorum. Onların her birini izlemek, irdelemek için önemli bir pota savaş. Evinde mutlu mutlu oturan, ya da yaptığı en tehlikeli iş zina olan kahramanlarda insanlığı ürperten bu özellikleri izlemek mümkün değil.

P. – Özel bir nedeni var mı? M.E. – Belki bizim neslin başından geçtiği için..

P. – Siz de savaştınız mı? M.E. – Bunlar özel sorular. Bu konulara girersek, ister istemez yazarı kitabın önüne çıkarmış oluruz.

P. – Kahramanınız savaşı unutmaya, böylelikle kendi hayatına başlamaya çalışıyor, ama başaramıyor. Bu yanıyla önceki kahramanlarınıza benziyor. M.E. – İnsan savaşı nasıl unutur? Çok değil, bir kaç yolu var: a) İçerek, b) Aşık olarak, C) Yazarak…. Barış, Zamanının Manzarasının kahramanı da aşağı yukarı bunları yapmaya çalışıyor. Hiçliğin sonsuzluğunu kavradığı dağlardaki siperlerde karşılaştığı kendisini görmekle kapıldığı dehşet onu garip bir varlık haline getiriyor. Acımasızlığını içeren bu durumdan aşka tutunarak kurtulmayı deniyor. Eşitsizlik, adaletsizlik, baskı karşısında hep ezilenden yana olması gerekirken, bunlardan yana saf tutmamış bir adam. Ama sonradan severek acıma duygusunu tekrar keşfettikçe, giderek , zenginlikle taçlanmış bir gelecek hayalinden, yoksulluğun yanında yer almaya varan büyük bir değişim yaşıyor. Romanda belki bir çoktema var, ama bence en önemlileri bu. Bence bu bir aşk ve kötülükten iyiliğe dönüşümün romanı.

Bu romandaki savaş biraz farklı. Hepimizin yakın geçmişini belirleyen çok önemli bir dönem. Bu savaşa, özellikle de savaşanlara ilişkin en önemli imgeler, insan öldürmekten zevk alan, her türlü karanlık işi yapan, devletle derin ilişki içindeki ‘şerefli’ faşist kahramanlar. Sizin kahramanınız ise farklı.

Sözünü ettiğiniz faşistlere kahraman denilemez. Onlara böyle bir sıfat verebilmek için savaşmış olmaları gerekir. Oysa onların savaştıklarını kanıtlayan hiçbir veri yok. Bazı insanlar Türkiye’de solcu öldürerek kahraman oluyor. Bu ‘kahramanlık’ başka, siperlerde birebir dövüşmek başka şey. Aralarında büyük bir fark var. Benim anlattığım kahraman, Barış, ülkemizde çok geniş bir kesimin yaşadığı gerçekleri yaşıyor. Aslında savaşmak, sağcılık, solculuk gibi meselesi yok kahramanımızın. Ama siperlere çıkıp savaşmak zorunda kalıyor. Savaşa öyle ideolojik de yaklaşmıyor. Örneğin, “Beni öldürmek isteyenler bana ne kadar düşmanlık besliyorlarsa, ben de içimde onlara yine o kadar düşmanlık taşıyorum,” diyor. “Ben öldürmemeye çalışırım,” diyor. Bu kahraman bir tip mi? Doğrusu, tartışmalı. Savaşta büyük bir başarı kazandığı kesin, ama bir faşist ya da şoven bir faşist olmadığı için bundan büyük bir haz da duymuyor. Dikkat ederseniz, romanda savaşla ilgili pek ayrıntı yok. Sadece savaşın içindeki insanlık durumu anlatılıyor.

P. – Romandaki savaş hâlâ tartışılan önemli bir meselenin –Kürt sorununun– sonucunda yaşanan bir savaştı, ama bir iki küçük değini dışında kitapta bu soruna ilişkin bir ayrıntı yok. M.E. – Evet, romanda Kürt sorununa ilişkin herhangi bir tavır yok. Çünkü romandaki kahramanın, savaşta Kürtlerle karşı karşıya gelmek dışında bu meseleyi algılayacak ya da çözecek bir durumu da yok. Ama Zamanın Manzarı baştan sona savaş karşıtı bir kitap. Yazarın asıl üstünde durması gereken de bu olmalı.

P. – Fakat kahraman savaştan döndükten sonra ölüm oruççularının yanına gidiyor. M.E. – Döndükten sonra bir değişim yaşıyor. Savaşta bir kadın öldürmüş olduğu için bunu bir kâbus olarak yaşıyor. Siperlerde diğer insanlarla beraber komünistlere küfrediyor, çünkü onlar savaşa karşılar. Kürtlere karşı öfke duyuyor, ama bu duygunun politikayla bir ilgisi yok. Kendi çizgisi içinde savaşıyor ve geri gidiyor. Böyle çok insan görebilirsiniz etrafınızda.

P. – Nadire Mater’in toplatılan kitabındaki gerçek insanlar gibi. M.E. – Ben de çevremde oraya gidip geldikten sonra altüst olan bir sürü insan tanıyorum. Bunların hiçbiri savaşı savunmuyor. Tam tersine, “Savaş olmasaydı da oraya gitmeseydim,” diyorlar.

P. – Romandaki ikinci hakim tema ise aşk. Kahraman yukarıdaki üç maddenize paralel yazıyor, aşık oluyor ve belki içmiyor, ama derin bir içki özlemi duyuyor. M.E. – Önce içki konusuna bir açıklık getireyim. Kitapta, zaten insan neden içer diye bir paragraf da var. Bazen içki, kişiliğin üzerindeki kabuğu eritiyor. İnsanın içindeki tutkuyu açığa çıkartıyor. İçki içince insan kendi benliğinden biraz uzaklaşıp, kendine dışarıdan bakabiliyor.

P. – Aşk, daha önceki altı romanınızda görmediğimiz bir duygu ve kavramsallıkla işleniyor. Romanın kahramanının temel problemi değil; bir kadın kapısını çalıyor, bu kadının problemi aşk. Kanser olduğunu öğrendikten sonra, kalan ömrünü aşkla geçirmek isteyen, bunun için de aşık olmayı öğrenmesi gereken bir kadın: Ela… Sanki bir Eroğlu kahramanı aşka ancak böyle ulaşabilirmiş gibi, bu kadına aşık oluyor kitabın kahramanı Barış Utkan. M.E. – Nasıl ki içinde dram öğesi taşımayan bir filmi ya da romanı ciddiye almazsak, hiç aşık olmamış kadına da öyle bakarız. Soruda özetlediğiniz gibi, Barış Utkan’ın karşısına birdenbire bir kadın çıkıyor; aşkı öğrenmek isteyen bir kadın. Her şeye sahip olmuş ama aşkı bilmiyor. Kahramanın hayatını da altüst ediyor bu kadın. Çünkü aşk, öğretilen bir şey değil. Öğrenilen, ama asla öğretilemeyen bir şey.

P. – Kadın aşık olmayı öğreniyor, ama kitabın sonunda. M.E. – Romanda üç karakter var, dikkat ederseniz; bu karakterlerin üçü de aşık, ama bunlar arasında ikili, karşılıklı bir aşk oluşamıyor. Zaten aşkı roman teması yapan etken de bu. Daha doğrusu, edebiyatta aşk temasını önemli kılan olgu öykünün mutlu değil, mutsuz sonla bitmesidir. Biz aslında aşkı değil, aşkın acısını yazıyor, şarkısını söylüyor, şiirini fısıldıyoruz… Erkek kahraman açısından bakınca, Barış hep yanlış kadınlara aşık olmuş. Sorunu bu… Çünkü karşı taraftan ona yönelen aşk, ya da istek diyelim, aslında yaşama tutunabilme, aşktan çok sahip olma isteği. Aynı yanılgı kadın kahraman içinde geçerli. O da aşkına hiç karşılık vermeyecek bir başka kişiye aşık oluyor. Aşk bu denli karmaşık, bu kadar da anlamsız belki. Hepimiz çoğu zaman doğru adresteki insana aşık olmayız; galiba aşkta ‘doğru insan’ diye bir şey yok.. Aksine imkansıza doğru bir yönelme var.

P. – Önceki altı romanınızdan farklı olan bir başka yan da Zamanın Manzarası‘nda güncel temaların epeyce geniş bir yer tutması: Yoksulluk; ama kavramsal olmayan bugüne ait bir yoksulluk, ölüm oruçları, cezaevi operasyonları, banka hortumcuları gibi. Önceki kahramanlarınız ‘gerçek hayat’a hep yarı Tanrısal bir mesafeden bakarlarken, bu kez kahramanınız hayatın içinde yer tutuyor. Bunu yazarlığınızda bir farklılaşmanın işareti olarak mı yorumlamalıyız? M.E. – Daha önceki kahramanlarım solcuydu. Solculuğun bütün ahlaki ve soyut değerlerini taşırlardı. Bundan bir önceki romanım olan Yüz: 1981’deki kahraman -daha doğrusu anti-kahraman- neredeyse ondan önceki tüm kahramanların tam tersi biri oldu. O, sıradanlığın prototipiydi. 12 Eylül’den sonra gördüğümüz insanların bir prototipi yani. Entelektüel derinliği bulunmayan, olsa bile derin bir vicdanı bulunmayan…

P. – O dönem Türkiye’sinin sembolü gibi. M.E. – Evet. Bütün temel sorunlar karşısında, “Bana ne, beni ilgilendirmez,” diye tepki gösteren; varlığını başka insanların varlığına açmamış insanlardan biri. Zamanın Manzarasının kahramanı da yine solcu olmayan, belki sağcı da olmayan, ama asıl önemlisi solcu olmayan bir tip. Solcu olmayan birinin gözünden bakıp, ağzından yazdığımız zaman -onlar gündelik yaşam dediğimiz, sağda solda gördüğümüz yaşama daha yakın insanlar. Bu bakımdan belki son iki roman biraz değişik geliyor. Ama bir daha altını çiziyorum iki romanın da çıkış noktasındaki kahramanlar solcu değil.

P. – Bundan sonrasında aynı eğilim devam edecek mi? M.E. – Hayır, öyle bir kesinlik yok ama yine de herkes en iyi bildiği şeyi anlatır. En son Yürek Sürgünü’nde 42 yaşında bir solcuyu yazmıştım. Ben o yaştaydım. O dönemden sonraki, bizden sonraki solcuların çok içinde olmadım. Dolayısıyla o dönemi daha genç arkadaşların, Osman Akınhay gibi mesela, –dehşet uyandıran acılar yaşamış– o nesilden arkadaşların anlatması daha doğru. Ben bundan sonraki yazarlığımda da yine soldan bakarak toplumsal eleştirilerimi yapacağım ama her zaman kahramanlarım Issızlığın Ortası’ndaki gibi, Korkut Laçin gibi, Adını Unutan Adam gibi olmayabilir; ama soldan bakış açımı değiştirmem mümkün değil.

P. – Romanın kurgusu da epey farklı. Hikâye üç ayrı zaman diliminde anlatılıyor, –geçmiş, şimdi ve gelecek– fakat neredeyse yekpare denilebilecek bir hikâye bu, parçalı değil. Doğrusu, çok çarpıcı bir anlatı tekniği gibi geldi bu bana. M.E. – Ben her zaman kurguyu gözetmiş bir yazarım. Az önce dediğim gibi, gerçeğin iyi algılanması için kurgulanması gerekli. Diyelim ki ben sizi ilk kez görüyorum. Geçmişinizi bilmiyorum. Fakat çeşitli sorularla sizi tanıyabiliyorum. Aynı anda da geleceğe yönelik eğilimlerinizi tespit edebilirim… Hayat aslında bir sürü çizgi içinde gibi görünse de üç ana noktada akıyor: Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek. Birbirimize söylediklerimiz bu üç zamanı da içeriyor. Bu anlamda Zamanın Manzarası’nda kullandığım teknik bana daha iyi bir anlatı tarzı gibi geldi . Bir de roman kahramanının söylediği bir şey var: “Doğru düzgün bir hayatım yoktu, olanını da yukarıda, dağlarda bıraktım,” diyor. Aslında kahraman çok uzun zamandır varlığının bu gezegen üzerinde kalıcı olmadığının farkında. Bir eğretilik var hayatında. Her an ayağa kalkıp gidecek gibi bir hali var. Böyle çok belirgin bir geleceği olmayan bir roman kahramanının geleceğini, doğrusu bağımsız bir bölüm olarak romana koymadım. Kahramanların hiçbirinin gelecek anlamda geleceği yoktu: Geçmiş ve şimdiki zaman birbirinin içine akarak geleceği oluşturdu. Bir de romanın ilk Şimdiki Zaman bölümün başına Graham Greene’den yaptığım alıntıyı hatırlatayım: “Bir hikayenin ne başı vardır, ne de sonu. İnsan kendi deneyimlerinden geri, ya da ileri bakacak bir nokta seçer, hepsi bu…”

P. – Tüm romanlarınızda var olan bazı metaforlar bunda da devam ediyor. Kuyu ve yüksek kaya ilk göze çarpanlar; yatılı okul, sanrılı rüyalar… Bunlar sanki sizin yazdığınız hikâyeye bağlı olmadan kendiliğinden romanlarınızda yer bulan öğeler… M.E. – Herhalde beni çok etkilemiş bunlar. Ya da kendimi sınadığım mekanlar, durumlar. Okulumuzun arkasında böyle derin bir kuyu vardı, oraya inerdik…. 9-10 yaşında denize girdiğimiz yerde, denizin altında bir kayanın içinde açılmış kovuğa girip, birkaç metre yüzerek ilerideki kuyu gibi bir deliğe çıkardık. Bunu yapabilenlere erkek denirdi, bir tür ergenlik sınavı gibi. Üstelik herkes beceremezdi. Orada çok belirgin bir dehşet duygusu yaşardım ama yine de cesaretli davranırdım… Sonra yüksek bir yer vardı, Gazep diye bir yer. Aşağı yukarı 8-10 metre vardı yüksekliği, oraya çıkıp denize atlardık. Ailelerimiz orayı bize yasaklamıştı, çünkü aşağıda küçücük bir alan dışında denizin içi hep sığ kayalıktı, ama yine de atlardık. Şimdi baktığımda çılgınlık gibi geliyor. Oradan atlarken bilinçaltımda oluşan şeyler yazdıklarıma yansıyor. Daha güzel söylersek; kuyu ve atlamak bende hep var… Şimdi anlıyorum… Çocukluğumda edindiğim bazı resimler yazdıklarıma da yansıyor. Kuyu, karanlık, atlama… Yürek Sürgünü’nde sözünü ettiğim kaya da gerçekten vardır, Deliahmet Kayası. Oraya çıkabilmek inanılır gibi değildir.

P. – Romanlarınızdaki erkek kahramanlar çok birbirine benzer özellikler taşıyorlar. Büyük acılar çekmişler ve bu diğerleri tarafından da hemen fark ediliyor. Özellikle de zengin ve güzel kadınlar tarafından. Ve bu kadınlar kahramanlarınızla olabilmek için her şeyi yapıyorlar. Bu kahramanların fiziki özellikleri çok tanımlanmadığı halde, eylemleri eski zamanların kahramanları gibi çok görkemli bulunuyor, yer yer etraflarında büyük bir hayranlık oluşturuyorlar… Sanki bir kadın tarafından anlatılırlarmış gibi… Son romanda böylesi bir hayranlık daha belirgin… M.E. – Son kahraman aslında hiç çekici değil. Uzun, epey uzun, iriyarı, hafif kamburu olan bir adam. Başkalarının zaman zaman fasulye sırığı dediği bir adam. Burada iki ayırıcı nokta var, bir tanesi insan öldürmüş olmaları. Ötekiler insan öldürmemişler, kadınlar bunun neredeyse kokusunu alıp onları hemen ayrıştırıyorlar. İkincisi, kadınlar, kim olursa olsun, acı çekmiş kişileri, onlara karşı öfke duysalar bile, kafalarında bir yerde değerli tırnağının içine alırlar. Sanırım sorunuzun cevabı bununla açıklanabilir.

P. –  Birkaç sorum da kişisel hayatınıza ilişkin olacak. M.E. – Çok şahsi meseleler değilse yanıtlarım.

P. – Yaşantınızla yazdıklarınız arasında bir farklılık var sanki. Kitabın başındaki hayat öykünüzde başarılı bir portre var. Oysa hikâyelerini anlattığınız insanlar büyük acılar çekmiş, savaşmış kişiler. M.E. – Biraz anlatayım o zaman. Ben ‘68’li yıllarda öğrenciydim, sonrasında mahkûm oldum. Daha sonra da afla çıktım. Önce fizik ve matematik dersleri vererek yaşadım. Sonra kısa bir süre mühendis olarak devlette çalıştım.

P. –  12 Eylül’de mi? M.E. – Hayır, ondan evvel. 12 Mart’tan sonra. Güvenlik soruşturması nedeniyle… Ardından mühendis odalarında çalıştım. Daha sonra ortalık yumuşayınca özel konumdaki bir devlet dairesinde çalıştım. 12 Eylül’le beraber oradan da ayrılmak zorunda kaldım. Bunun tantanasını yapmadım tabii ama olay ilginçti: O zamanlar BİLAR vardı, talep geldi, ben de ortak olarak katıldım. Tercüman gazetesi o sırada işte 50 komünistin listesini veriyoruz diye haber yaptı. Öyle bir dönemdi ki böyle bir oluşuma katılmak komünist partisi üyesi olmak gibi önemli bir suç sayılıyordu. Bu yüzden devletten ikinci kez ayrılmak zorunda kaldım. Sonrasında bir özel şirkette yöneticilik yaptım. Dört yıl evvel de daha önce –25 yıl önce kendime söz verdiğim tarihte- mühendisliği bıraktım. O zamandan beri yazıyor ve Uğur Mumcu Vakfı’nda gönüllü olarak yazma seminerlerinde hocalık yapıyorum. Bütün zamanımı yazmaya ayırdım.

P. –  Romanlarınızdakine uzak sayılabilecek bir yaşantı değil mi? M.E. – Ben bir el bombası taşıyacak olsam, elimde taşımam. Benim içimde bir sürü el bombası var, hepsinin de pimi çekik. Ama içimde bunlar. Bir yazar her seferinde ortaya çıkmak zorunda değildir. Tabii hayatımın bütününü de anlatmıyorum. Ama ille de benzetmek gerekirse bu kitapta da en çok denizci kaptana benzerim sanıyorum.

P. –  81. Adım ve Issızlığın Ortasında isimli iki de senaryo yazmıştınız. Biri dizi film olarak TRT’de yayınlandı, diğeri sinema filmi. Senaryo yazmaya devam edecek misiniz? M.E. – Başka senaryolarım da oldu, çekildiler de. Ama geldiğim noktada, filmi kendim çekmeyeceksem, senaryo da yazmayacağım gibi bir düşünce oluştu.

P. – Film çekecek misiniz peki? M.E. – Bir ara düşündüm, niye yapmayayım diye. Öğrenci derneği başkanlığı, odalarda, şirketlerde daha bir çok yerde yöneticilik ve liderlik yaptım. Senaryo yazdım, kurgu bilirim. Biraz mutfağını da öğrenirsem, yapabilirim. Ama yapar mıyım hâlâ bilmiyorum, çünkü yazmak bana daha yakın, daha kalıcı geliyor.

P. –  Kitapta, iyi bir roman yıkıcı bir fikir içermelidir, diyorsunuz… M.E. – Bunu şunun için söylüyorum: İyi romanın odağında her zaman insan olmalıdır. Mesela modern romanları düşünürsek, Robinson Crusoe gibi misal, iyi bir romanın nasıl olacağına dair epey karşılık buluruz. Orada ne var? Yazgısıyla baş başa kalmış, yalnız bir insan. Roman, odağında yalnız bir insanın olması gereken bir uğraştır. İnsanı araştırma niyeti olmayan, keşfetme niyeti olmayan roman iyi bir roman değildir bence.

P. – Fakat örnek verdiğiniz Robinson’u Michel Tournier Cuma isimli romanında ağır bir eleştiriden geçirerek bir nevi yeniden yazdı… M.E. – Hayır, o anlamda söylemedim. Doğru bir fikri temsil edip etmemesini tartışmıyorum. Romanın ortasında insanın bulunması gerektiği anlamında söylüyorum. Kaldı ki Robinson Crusoe, modern romanın örneklerinden sayılır. Diğer taraftan Tournier’in eleştirisi, bakış açısı da doğru tabii… Sonuçta roman burjuvazinin ortaya çıkarttığı bir sanattır.

P. –  1979 Milliyet Roman Ödülü’nü Orhan Pamuk’la paylaştınız. Bu ödülü alan ilk romanınız 1984 yılında basıldı. Yaklaşık 20 yıllık bir dönem, yayımlanmış yedi roman ama –yanılmıyorsam- 7-8 bini aşmayan bir okur kitleniz var. Popüler olamadığınız anlamına geliyor galiba bu. M.E. – Popüler olmadım, çünkü o tarzdan titizlikle uzak durdum. Benim derdim kalıcı olmak. Popüler olmak için okurla suç ortaklığı kurmak, onların sıradanlıklarını parıltılı sözcüklerle poh pohlamak gerekir. Pek okuru gözeten bir yazar olduğum söylenemez. Zaten kalıcı olma derdindeki bir yazarın okuyucularının küçük bir kısmı bugüne aittir, çoğu gelecektedir. Hoş gelecekteki okurları da pek gözettiğimi sanmıyorum gerçi, ama yine de romanlarımın odağında insan olduğu için onlara da ulaşabileceğimi sanıyorum. Yayılan değil, derinlemesine biriken okurdan yanayım. Bu ülkede bir yılda ne kadar Dostoyevski, Malroux, Schoendoerferr okunuyor ki, beni elli bin kişi okusun.

POSTEKSPRES KASIM 2002