Söyleşiler

Zamanın Manzarası’nda Dün ve Gelecek

Kraliçe: Senin zamanla konuşmadığına eminim.

Alice: Herhalde öyledir. Fakat müzik derslerinde zamana uyarak tempo tutar, elimizi vururduk.” (Alice Harikalar Diyarında’dan)

Marx ve Engels’in “Alman İdeolojisi” üzerine birlikte çalıştıkları döneme geri dönmek -1846 yılının yaz ortalarına- ve bu iki bilim adamının geleceğin insanına ilişkin tasarımlarını okumak, tıpkı Alice gibi insanı zamanla konuşturabilen bir büyüyle eş anlamlı olabilir.

“Bireyin gerçek zihinsel zenginliğinin, tamamen bireyin gerçek ilişkilerinin zenginliğine bağlı olduğu açıktır. İşte yalnız bu yolladır ki, tek tek her birey, kendi çeşitli ulusal ve yöresel sınırlarından kurtulacak, bütün dünyanın üretimiyle (zihinsel üretimi de dahil olmak üzere) pratik ilişkiler içine girecek ve (insanların yarattıkları) her alandaki bütün dünya üretiminden yararlanma yeteneği edinecek duruma gelecektir.” *(1)

Gösterilen hedefin duygusu bile bellidir. Dünyamız, insanın geleceğine ilişkin en soylu tasarımlardan biri olan ve “tüm insanların, yerkürenin tüm üretiminden yararlanma yeteneği”ni edindiği bu rüyayı farklı biçimlerde, farklı içeriklerde ama aynı “öz”de buluşturan pek çok soyutlamaya tanık olurken, yüzyıllardır “insanın insanlaşması süreci”nde alınan yolu hiç kimsecikler doğru dürüst ölçemedi.

Akıllara ve vicdanlara doğru yürüyen açlar

Acı çeken ruhlar ordusunun ayaklanarak, hoşgörülü ve horgörülü bakışları umursamadan akıllara ve vicdanlara doğru yürüyüşe geçmesi, insanlaşma sürecini ne kadar hızlandırır bilemeyiz ama bu ordunun sonsuza kadar savunmada kalacağını da söyleyemeyiz. Acının eğitiminden geçecek bir ordudur bu ve dünyanın tüm ülkelerindeki tüm karar verici konumundaki akıllı insanları bu gizli ordunun farkındadır.. Tolstoy, asker kaçağı Gonçarenko’ya yazdığı 19 Ocak 1905 tarihli mektubunda şöyle diyor: “Hiçbir acıya katlanmayan kimse, acıya katlanan kimseye bir şey öğretemez.” *(2) Öyleyse birbirlerinden öğrenecekleri çok şeyi olan bu acılı ve kıstırılmış insanları, her cepheden ve yakından görebilen, onlarla birlikte soluk alıp verebilen, gördüğünü yadsıyarak -ve dolayısıyla yabancılaşarak- doğanın içinden çekip alan ve hayal gücünde dönüştürerek tekrar doğaya bir “kahraman” olarak katabilen sanat insanlarının bu dünya için taşıdıkları önemi görmezden gelmek mümkün mü?

Özellikle trajik yaşam çemberlerinin birbirleriyle kesiştiği noktalardaki gelişmiş duyarlılıklarıyla var olabilen ve eserler yaratan sanat insanlarının hayatı özümleme ve yansıtmalarındaki bu özgün yaklaşımı, sözünü ettiğim dünya tablosu içindeki yerini çoktan almış olan Mehmet Eroğlu’nun son romanı Zamanın Manzarası’nda da görüyoruz. Hayatın özümlenmesi ve derinlikli kavramlarla yansıtılmasındaki özgün yaklaşımın kaynağını merak ettiğimizde, -Mehmet Eroğlu ve yazı boyunca anacağım diğer yazarlar için de söz konusu olan- yeniden yoğurdukları “gerçek” ve yaşam karşısındaki tutumlarından “asla ödün vermemeleri”ni veya bir başka deyişle “ortalama olan ile uzlaşmama” tavrını saptayabiliriz. Belki de, sözünü ettiğim ve yazı boyunca ortak paydaları daha da belirginleşecek olan bu sanat insanlarının yeniden anlamlandırdıkları gerçeğin yansıtılışındaki “uzlaşmaz” tavırları sayesindedir ki, trajik olan tasarlanırken, bu trajedilere zemin hazırlayan duygular, kahramanların yaşam üslubuyla “asla” çelişmiyor. Acının sahici kıldığı kahramanlar, yaşam koşullarının ve maddi gerçekliklerinin en geniş sınırları dahilinde kalarak var oluyorlar ve romanın kendi iç bütünlüğü içinde “asla başı ezilemeyecek bir adalet duygusu”ndan hiç mi hiç ödün vermemeye kararlı bir alt sesin buyruğu altında hayatlarını sürdürüyorlar. Zamanın Manzarası’nın iki ana kahramanı, Barış Utkan ile Elif Heper’in yoksulluğun ve zenginliğin içinden yükselen acıları, kendi yaşam üslupları ile hiç mi hiç çelişmeden birbirleriyle buluşuyor.

Tanrı’yla Şeytan’ın işbirliği ve virtüözite

İnsanlık durumu ve durumlarını derinlemesine ve kemiğe yakın keserek gözler önüne seren tüm sanat insanlarının buluştukları ortak paydada iyilikle kötülüğün veya Tanrı’yla Şeytan’ın işbirliğini bulmak da mümkün. Bunu müthiş bir “virtüözite” sergileyerek yapabilenlerin insana ait tüm bitimsiz güzelliklerin ve yine bitimsiz çirkinliklerin eksiksiz olarak sergilendiği gezegenin üzerinde özellikle herkesin uyuduğu saatlerde farkındalık anlarından bir an olsun kopmadan birer hayalet avcı olarak sessizce dolaştıklarını düşünebiliriz. (Milos Forman’ın ünlü Amadeus filmindeki Mozart ile Salieri’nin üzerinde birlikte çalıştıkları o müthiş bestenin (Requiem) olağanüstü tınısıyla seyirciyi sarhoş edebilecek bir estetik güce sahip olan sahneyi düşünün.)

“İnsanlığın ebedi dramını, ender olarak ulaşılmış ve kesinlikle hiç aşılmamış bir pathos ile resmeden”*(3) Bruegel’in acı eşiği yüksek Orta Çağ insanlarıyla, “İnsan yıldızlı gök karşısında, acı karşısında olduğundan daha güçlü görünüyor” diyen ve bir başka insanlık durumunun bir başka büyük gözlemcisi olan Andre Malraux’nun çağımıza ait kahramanlarını rahatlıkla kardeş ilan edebiliriz. İki sanat insanının da ortak yanı “asla uzlaşmamak”tır. Orta Çağ’ın baskın feodal ideolojisinin tam ortasında, tüm sanatçılar dini resimler üzerinde çalışırken Bruegel’in “insanlık durumu”nu –geniş ifadesiyle- belki de ilk kez saptayan eserleriyle, “büyük hayat”ın ne anlam taşıdığını bilmek isteyen herkese yapıtlarıyla da, kişiliğiyle de gösterebilen Malraux arasındaki büyük buluşmanın pathos’un labirentlerinde gerçekleşebileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. İki sanat insanını birbirine bağlayan ortak bir yaklaşım arayacaksak, -ki bu yazı içinde Zamanın Manzarası’’dan yola çıkarak benzeşen dünya tabloları içinde yan yana durabilecek sanat insanlarından “hayata dair” paralel bakış açıları yakalama amacındayım- bu arayışın temelini eserlerini yönlendiren dinamo oluşturmalıdır.

İnsanlığın çektiği acıları kendi vicdanlarında duyumsayabilen ve sayıları da tarihin bu döneminde –nedense- giderek azalan sanat insanlarını bir yazı çerçevesinde de olsa, bir araya getirme isteğimin altında Mehmet Eroğlu’nun romanındaki “yazma” üzerine başlı başına bağımsız bir referans oluşturabilecek olan saptamalarına dikkat çekmek ve buradan hareketle “yazma” serüvenini yeniden anlamlandırabilme çabasının, bu romanı değerlendirebilmek için atlanmaması gereken bir durak olduğunu fark etmiş bulunmam yatıyor. Zamanın Manzarası’ndaki kahramanlardan biri olan psikiyatr Neşe Berkmen ile anlatıcı kahraman Barış Utkan’ın “yazma üzerine” gerçekleştirdikleri seans, bu serüvene hangi açıdan yaklaşılabileceğinin ipuçlarını veriyor:

“Başyapıtlar aslında bize yazgılarımızın ne denli trajik olursa olsun katlanılabilir olduğunu kanıtlarlar.” / “Ya da başyapıtlar, bize yazarların yaşamımız için ne denli gerekli olduğunu, kutsal hayatın okur olarak kalmaya mahkum olanlara bırakılmayacak kadar karmaşık ve önemli olduğunu hatırlatırlar.” / “Büyük yazarların hepsi insan konusunda küçücük bile olsa bir buluş yapanlardır; ya da bunun için çabalayanlardır.”

Eğer yazma serüveni, Zamanın Manzarası’nın önemli payandalarından birini oluşturuyorsa, bu serüvene. yazarın kan gubundan olan diğer sanat insanlarını da dahil ederek bakmak gerekiyor.

Yapıtı da zordu, kendisi de

Zamanın Manzarası, iflah olmaz bir hayalcinin, kimselerin görmediği, görse de farkına varmadığı insan manzaralarının ressamı olabilmek için yazan, büyük hayatların, dolayısıyla büyük dramların yazarı Mehmet Eroğlu’nun yedinci romanı. Zamanda geriye giderek Mehmet Eroğlu’nun ilk romanı Issızlığın Ortası’nın yayımlandığı yıl olan 1984’e döndüğümde, aynı yılın Temmuz ayına ait olan Sanat Olayı dergisi adına yazarla ilk röportajı yapan kişi olarak, yapıtında atan nabızla, satırlarının altından işitilen tonlamayla bu kadar benzeşen bir başka yazar tanımadığımı itiraf etmeliyim. Yapıtı da zordu, kendisi de. Mehmet Eroğlu, derinlemesine bireysel bir süreci içermesi gereken “sanat algısı”ndan süzülen sorular yerine “ilk akla gelen” sorular düzeyinde seyreden röportaj kaosunun içinde “Ben Ayhan değilim” demek zorunda bırakılmıştı. Kadın-erkek eşitliğini tartışıyor olmanın bile bir insanlık trajedisi olduğunu bilirken, “kadınlarla sorunu olan bir kahraman” ve “kahramanlar” yarattı diye, sonraları neredeyse maçolukla itham edilmesi de, Mehmet Eroğlu’nun, yazarlık serüvenindeki makus talihi olarak değerlendirilebilir.

Değerler çatışması Mehmet Eroğlu’nun tıpkı romanları gibi, “okunma ve algılanma” serüveninin de merkezini oluşturuyordu. Edebiyat dünyamızın işlerlikte olan tüm aygıtları içinde, o aygıtların çalışma kapasitesi ile orantılı olarak, Mehmet Eroğlu’nun tüm eserleri, fenomeni, biçimi ve içeriğiyle tartışılırken, tüm bu değerlendirmelerin taşıyıdığı “öz”e ulaşanların sayısı da azımsanmayacak ölçüdeydi. Çünkü Mehmet Eroğlu için “Benim yazarım” diyen tutkulu okur, işi, “biçim, içerik , fenomen ve öz’ü” araştırmak olan ve zaman zaman da her birini birbirine indirgeyen eleştiri dünyasının üzerine çıkarak, biçim, içerik ve fenomenin sırtında taşıdığı öz’le buluşmasını bilmiştir. O öz ki, bir “değer biçme” anlayışından çok ötelerde, değerini hiç aratmadan kendiliğinden sunan pek çok büyük yapıtta olduğu gibi, -sinema, müzik, edebiyat, plastik sanatlar- ortak bir cevher olarak, “düşüncenin taşıdığı duygu” olmaktan çıkar ve anlam kavşaklarında üst üste örtüşerek, “duygunun taşıdığı düşünce”ye dönüşür.

Issızlığın Ortasında, Geç Kalmış Ölü, Yarım Kalan Yürüyüş, Adını Unutan Adam, Yürek Sürgünü, Yüz:1981 ve Zamanın Manzarası’yla okurunun karşısına yedi kez çıkan Mehmet Eroğlu’nun, son romanıyla yoksulluğun ve zenginliğin değerlerini karşı karşıya getirerek oluşturduğu büyük trajedileri, görünmez bir denizin içinden ağır ağır çıkan görünmez bir kara parçası eşliğinde, doğayı usulca giydirerek gözler önüne serdiğini görüyoruz. “Doğayı” diyorum; çünkü Zamanın Manzarası’nda, savaşta kurtlaşan köpekleriyle, Ege sularında yitip giden ayı balıklarıyla, kabuslarda dolaşan, tek ayağı üstünde durup da bir türlü havalanamayan o tuhaf kuşla, tüm bitki ve tüm canlısıyla sonu acılı bir şölene dönüşen roman dünyasının içine dahil ediliyoruz.

Yoksulluğun ve zenginliğin dev değerleri

Aklın alabileceğinden çok daha derin bir trajediyi içinde barındıran savaş ortamından yedi kişiyi öldürerek ayrılmış ama hayatı anlamlandırmasına yarayan bütün koordinatları birbirinin içine girerek silinip gitmiş olan Barış Utkan’ın, hiçleştirdiği dünyasına ancak aşık olarak direnebilmesinin romanıdır Zamanın Manzarası. Ve yoksulluğun bitmek bilmeyen büyüklükteki dünyasına ait olup da, Barış Utkan ile birlikte kimsenin elleriyle dokunamayacağı gözyaşlarıyla ağlayan soylu kahramanlar. Tanrı’yla, tanrısızlığın ve şeytanın, değerliyle değersizin, zenginlikle yoksulluğun, bayağılıkla yüceliğin kesişme noktalarında insanı ard arda yaşanan ve soluk alamaz hale getirebilecek zincirleme trajedilerin birbiri üzerine devrildiği bir roman. İnsana insanlığını defalarca hatırlatan bir roman.

Conrad’dan, Dostoyevski’ye; Balzac’tan Malraux’ya, Buzatti’den Huxley’e, Yourcenar’dan Semprun’a, Tolstoy’dan Schoendoerffer’e, Graham Green’den Castillo’ya, Goethe’den Kafka’ya, Koestler’den Gide’e, Camus’den Soljenitsin’e, Mann’dan Romain Gary’e kadar 19. ve 20. Yüzyıl’ın dev yazarları, yoksulluğun ve zenginliğin dev değerlerini çok iyi bildikleri için bu değerleri karşı karşıya getirebilme cesaretini gösterdiler. Gerçekten de bu değerleri karşı karşıya getirebilmek cesaret işidir. İnsana ait değerlerin birbirlerini yok ettikleri ve başka değerlerin egemenliğine davetiye çıkarmalarıyla, bildiğimiz tüm “doğru” ve “yanlış”ların üzerine çıkarak silinmez etkiler bırakan trajediler ancak böyle sergilenebilir çünkü. Trajedilerle yoğrulmuş ve her yeni üretim biçiminin öncekini yadsımasıyla, -yadsımanın yadsınmasıyla- oluşmuş olan kültür tarihinin yapıtaşları olan değerler, çok uzun sürelerdeki değişim süreçleriyle birbirlerine yerlerini terk edebildiler ve her birinin trajik hikayesini kültür tarihinin içinde arayıp bulmak mümkündür.

İdeal gerçeğe yenik düşerse…

Moissej Kagan’a göre insan idealinin odak noktasında “yaşam” varsa, ölüm trajiktir. *(4) Trajedi, bir anlamda idealin gerçeğe yenik düşmesidir. Yine Kagan’a göre. bir eserin güzel bulunup bulunmaması da insanın idealiyle ilgilidir. Eğer bir heykel bize güzel görünüyorsa o heykel bizim idealimizdeki gerçekliği canlandırmaktadır. İdealini yaratma yeteneğine sahip olan insanın içinde yaşadığı gerçekliği esas alarak Zamanın Manzarası’na okur gözüyle baktığımızda, kendi gerçekliğimiz ve tasarımlarımızın oluşturduğu tabloda neler görürüz? Zihinlerimizde egemen olan fikirler ve tasarımlar sisteminin çok renkli panosuna, Zamanın Manzarası’ndan hangi ışıklar, hangi gölgeler yansıyor?

Mehmet Eroğlu, sahibi olmadığı herşeyin yoksulu sayılabilecek çok boyutlu kahramanlarıyla yoksulluğun ve zenginliğin Tanrı’larıyla konuşturuyor okurlarını. Vicdanlarımızda ve kahramanların vicdanlarında sağduyuyu ve aklı ama en çok adaleti arıyoruz hep birlikte. Zamanın Manzarası’nda ilkokul çağında hayatla çarpışarak trajik biçimde can veren çocuklardan (Mustafa ve Hasan), ölen öğrencisinin acısına katlanamayıp intihar eden öğretmene (Feride), bu gezegenin üzerindeyken başka bir gezegene aitmiş duygusunu uyandıran denizciye, zaten kısa olan boyunu bir mayının daha da kısalttığı coğrafyacıya, yıllarca bir türlü o köşede belirmeyen babasını bekleyen asıl kahramana, bilmediği bir şeyin karanlığını gören ölüm orucundaki hemşireye kadar tüm “eğreti” yaşamları, umutsuzluğun kol gezdiği bir dünyayı soluyoruz.

Ve fark ediyoruz ki, bu dünya hepimizin yakından tanıdığı ama bu kadar derinlemesine bakmaktan kaçındığımız bir dünyadır.

İdeolojiyi, “bireylerin gerçek var oluş koşullarıyla aralarındaki hayali ilişkilerin bir tasarımı” olarak tanımlayan Althusser, *(5) “Her ne kadar sanat, kesinlikle ideoloji ile oldukça özel ve özgül bir ilişkiye sahip olsa da, ben gerçek sanatı ideolojilerin arasında saymıyorum.” diyor. *(6) Devamla: “Sanatın özgünlüğünün, gerçekliği ima eden (anıştıran) bir şeyi ‘görmemizi’, ‘algılamamızı’, ‘hissetmemizi’ sağlamak olduğuna inanıyorum. Eğer roman olgusunu ele alırsak Balzac ve Soljenitsin (siz onlarla atıfta bulunduğunuz için bu yazarları seçtim. (André Daspre’ye hitaben) gerçekliği ima eden bir şeyi görmemizi, algılamamızı (bilmemizi değil) sağlar.” (André Daspre’ye Cevap Olarak Sanat Üzerine Bir Mektup’tan)

İnsan konusunda küçücük de olsa bir buluş yapabilenler

Bu yaklaşımdan ilham alındığında bir kurumlar gövdesi halinde din, eğitim, aile, hukuk, siyaset, kültür ve medyadan oluşan ideolojik aygıtlar evreninde “gerçek sanat”ın yerini ister istemez aramaya başlarız..

Mehmet Eroğlu, kitabıyla ilgili olarak verdiği röportajlardan birinde yazma serüvenini anlatırken, insanın beyninin kendine yönelttiği hırslı dikkatinden söz ediyor; bu hırslı dikkatin kökeninde acı’nın olduğunu ekleyerek.*(7) Mehmet Eroğlu’nun yazma serüvenindeki ana kaynağın, insanın başka varlıkların acılarına duyarlı olmaktan beslendiğini biliyoruz. İdeolojik aygıtların (hukuk, din, aile, kültür, eğitim vs.) ister istemez meşrulaşan illüzyonundan “rahatsızlık” duyup söylenmekle, bu illüzyonun yarattığı trajedilerden “derin bir acı” duyarak ve yazarak karşı durmak arasında fark var ve dikkat edilirse Mehmet Eroğlu, yedi romanı boyunca sistemden sadece kaygı duyan bir yazar olarak değil, ideolojik temeli gördüren, algılatan, hissettiren bir yazar olarak karşımıza çıkıyor. Mehmet Eroğlu’nun kahramanları, kendilerine tehlikeli sorular soran , insanlığın ortak bilinciyle, ahlâkıyla hesaplaşan ve bedellerini ödeyerek “yadsımayı bilen” kahramanlar olageldiler. Türk edebiyatında sorgulayan, yadsıyan pek çok kahraman örneği verilebilir ama sistem ideolojisi içinde kalarak sorgulamayla, dışına çıkıp bakarak “gördüren, algılatan, hissettiren” sorgulama arasında temel bir ayrım olduğunu da saptamalıyız.

Çok uzun sürelerde değişebilen değerler sistemini akıl almaz bir sabırla ve bıkıp usanmadan “algılatan, gördüren, hissettiren” yazarların ortak dünya tablosu içinde “insanlık durumu” ekseninde buluştukları ve zamanın doğrusal çizgisini elbirliğiyle bükmeye ve dönüştürmeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Mehmet Eroğlu, son romanı Zamanın Manzarası ile “artık peygamberlerini de göndermeyen” bir Tanrı’nın çok yalnız ve dolayısıyla çok mutsuz çocuklarıyla insanlık durumunu algılatıyor, gördürüyor ve hissettiriyor. İnsanın insanlaşma sürecini kısaltma yolundaki tüm çabalara mevcut ideolojinin dışında kalabilen “gerçek sanat”ın içinden bakabilmekle farklılaşan Mehmet Eroğlu, zamanın manzarasına sağlam bir karakter olarak yerleştirdiği Kaptan’ın şu saptamasıyla, insanlık tarihinde “değer dönüştürebilecek” sorular havuzuna bir yenisini daha atıveriyor:

“Tanrı’yı icat ederken gösterdiğimiz o basiret gibi bir zihin uyanışı gerekli bize. Bir tür kavurucu sezgi, bir kıvılcım. Yaratıcı bir kavrayış…”

CUMHURİYET KİTAP EKİ Aralık 2002 Ülkü Karaosmanoğlu

—————————————————–

*(1) Alman İdeolojisi (Feuerbach) K. Marx / F. Engels (Sol Yayınları) * (2) Tolstoy’un Hayatı / Romain Rolland. (Varlık Yayınları) * (3) Hieronymus Bosch’tan Bruegel’e / Lionello Venturi (Gergedan Dergisi Mart 1998) *(4) Prof. Moissej Kagan / Güzellik Bilimi Olarak Estetik ve Sanat. / Altın Kitaplar. *(5) Louis Althusser / İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları / İletişim Yayınları *(6) A Letter on Art in Reply to André Daspre / 1966 /Essays on Ideology (Verso 1984) *(7) E Aylık Kültür Dergisi/ Ekim 2000 / Adnan Özer ve Osman Akınhay’ın Mehmet Eroğlu ile röportajından.