Ferruh Yazıcı – Kitabınızın adı “Zamanın Manzarası”. Kitapta Güneydoğu’da savaşanların yanısıra, ölüme yatanlar, yoksulluk ve yoksulluktan intihar eden çocuklar da var. Bu romanda zamanın manzarasından yansıtmak istedikleriniz nelerdi? Kurgu gereği veya başka nedenlerle yer veremediğiniz konular veya karakterler oldu mu?Mehmet Eroğlu: Yansıtmak,üstüne ayna tutmak, aktarmak istediğim ülkemizin hali. Bir yanda varlık ve mutluluk, öteki yanda ise bunlarla çatışan derin bir yoksulluk; mutsuz insanlar. Biraz da kendimi suçlama isteği belki. Bir yazarı olgunlaştırıp derinleştiren yetenek, mayasında kendini suçlama isteğinin var oluşudur; buna hep inanmışımdır ben. Kimsenin görmediği, görse de farkına varmadığı insan manzaralarının ressamı olmak. İşte benim yazar tanımım.
F.Y. – Roman yazma yönteminizi “Önce temayı yakalamaya çalışırım. Sonra o temayı nasıl kurgulayacağımı düşünürüm. Bu aylarca, bazen bir sene zihinsel faaliyet olarak sürer. Sonra bir taslak yapar, çatısını kurar ve yazmaya başlarım” diyerek özetlemiştiniz. “Zamanın Manzarası” da aynı süreçle mi yazıldı? Temayı ne zaman, nasıl yakaladınız? M.E. – Aynı süreçte yazıldı. Odağında aşk, acıma ve yazma eylemi olan bir öyküyü son romanımı bitirdiğimde tasarlamaya başlamıştım. Yeni bir romana başlamak bende böyle olur. Birinin sonuna vardığımda öteki suyun üstüne çıkar. F.Y. – Yazmak için insanın içinde ısrarlı, uyarıcı bir kaynak olması gerektiğini, bunun da acı olduğunu söylemiştiniz. Sizi “Zamanın Manzarası”nı yazmaya iten acıyla, romanda anlatılanlar arasında en yakın olanlar hangileri? M.E. – İnsan ölümleri. Cezaevlerinde, dağlardaki siperlerde, varlıklıların köşklerini koruyan demir kapıların kanatlarının arasında ölenlerin acıları. Ve aşkı ararken aşkın trajik yüzüyle, sevilmemekle karşılaşanların acıları. Ölüm orucuna yatanların annelerinin, babalarının acıları… F.Y. – Bir röportajda, Yüz: 1981 romanınız hakkında zamanlamasının iyi olduğunu söyledikten sonra bunun sebebini şöyle açıklamıştınız: “Ortalık, ekseninde insanın bulunmadığı, insanın araştırılmadığı, toplumsal dinamiğin odağında yer alan, kentlerdeki dramların, çatışmaların göz ardı edildiği, günümüzden adeta kaçan, apolitik romanların istilasına uğramıştı. Bu tarz kitaplara aykırı bir duruşu simgeliyor Yüz: 1981”. Yeni romanınız “Zamanın Manzarası”nın zamanlamasını nasıl buluyorsunuz? M.E. – Romanı yine ‘piyasa’ çizgisinin dışında buluyorum. Romanlarımın zamanlamasına gelince, bundan böyle iki, ya da üç yılda bir roman yazmaya niyetliyim. Yazarken okuru değil, kendi içsesimin bana söylediklerini gözetirim.
F.Y. – “İlk beş romanınızda odakta olanlar sizin deyişinizle “Kendilerine tehlikeli sorular soran 12 Mart döneminin genç eylemcileri”ydi. “Yüz: 1981″deyse ana kahramanınız 12 Eylül prototipiydi. “Zamanın Manzarası”nın baş kişisi bu iki tipten hangisine daha yakın? M.E. – Romanın kahramanı Barış, esin kaynağı iyilikten çok kötülük olan,savaşta edindiği ömür boyu sürecek, aşınmaz pişmanlığından bir put oyarak ona tapmayı seçen biri. Böyle biri aşık olursa ne olur?Değişir; kötülükten iyiliğe doğru çıktığı bu yolculukta acımayı tekrar öğrenir. Barış, aynı zamanda kuşağa dönüşemeyen, öldürmeyi bilen, ama soyut kavramlar için ölebilme yeteneği edinememiş bir neslin temsilcisi.
F.Y. – Bir önceki romanınız yayımlandıktan sonra yapılan bir röportajda “Yazmakta olduğum roman hüzünlü bir aşk hikayesi” demiştiniz. Ama “Zamanın Manzarası” hüzünlü bir aşk hikayesinden çok daha fazla “şeyi” ortaya koyuyor. Aradaki fark nasıl doğdu? M.E. – Çok şey içerse de bence yine de hüzünlü bir aşk hikayesi. Zamanın Manzarası Barış’ın olduğu kadar Elif’in de hikayesi çünkü. “İçinde aşk öğesi bulunmayan bir drama nasıl ilgi duymazsak, hiç aşık olmamış kadına da öyle bakarız…” Bu cümle ikisini buluşturur ama gerçek aşkı aradıkları yolculukta birlikte vardıkları son, mutluluk değildir. Barış ve Elif, aşkın değişik tanımları olduğu iddiasının bir varsayım olduğunu, aşkın her seferinde yalnızca kendine benzediğini, onu değişik sözcüklerle tanımlamamızın, olsa olsa karşılaştığımızda bütünüyle kavrayamamamızdan ileri geldiğini keşfederler.
F.Y. – “Yüz: 1981″in zamanlaması konusunda “Yazmak son zamanlarda, hayatımızı edebiyata bağışlamak, hatta kurban etmek yerine, bir oyun, masal anlatma, eğlendirme ve ödül peşinde koşmaya dönüşmüştü” demiştiniz. Bugünkü durum farklı mı? M.E. – Tarihi masal anlatma yerini -lafını sakınmayan bir ustanın değişiyle- ‘edebiyatta beyaz kadın ticaretine’ teşvik kampanyalarına bıraktı. Kimi yazarların işi bundan sonra daha da zor. Yani özetle eski tas eski hamam, sadece tarz değişti. Gerçeklerden uzak durma isteği devam ediyor.
F.Y. – Bir röportajda, “Türkiye’de siyasal romanların sonu gelmez. Darbeler, yolsuzluklar, çeteler, faili meçhuller… Ayrıca 1985-1999 arasında Güneydoğu’da toplumu derinden etkileyen, kalıcı izler bırakan bir savaş yaşandı. Bu savaşın izleri bir gün mutlaka romanlaşır. Sorun zamanlama ve toplumumuzu kara bir örtü gibi kaplayan korkunun dağılması” demiştiniz. “Zamanın Manzarası”ndaki kahramanınız Güneydoğu’da savaşmış bir gazi. Sizce bu korku, dağılmaya başladı mı? M.E. – Belki… Ama önemli olan bunu savaşmış birinin yazması. Bir gün o da olur. Türkiye’nin ana sorunu hala demokrasi. Umudumuz bir gün -kendi çabamızla- demokratik bir ülke olmak.
F.Y. – Romanın başında “Benim kadar acı çekmedikçe Tanrı’ya inanmayı beklemeyin benden” diyor kahramanınız. Ardından onunla eşitlik peşinde, pazarlık ediyor. Ama bu başkaldırı, onun hayal gücü karşısında kahramanınızın varlığını ve cümlelerini inkar ederek teslim olduğunu itiraf etmesiyle noktalanıyor. Bu bölümde, vermek istediğiniz mesaj neydi? M.E. – Mesaj açık: Seven –hele çaresizse- aşık olduğu kadın için en büyük rakibine bile boyun eğe, kendini inkar eder. Aşkın bizi değiştirme gücü korkutucu, bir o kadar da şaşırtıcıdır. Ama ne boyun eğmemizi, ne de değişmemizi önemseriz. Çünkü aşkta onurun yeri yoktur.
F.Y. – “Acısız yaşayamıyoruz. Çünkü bilgi ve gerçeğin asıl kaynağı olan acı, varlığımızın farkına varmamızı da sağlıyor. Bizi sahici kılıyor. Yine de çektiği acıdan daha büyük, daha geniş, daha derin bir acı olmadığını, acının sonuna vardığını düşünenler eğer budala değillerse, Tanrı’nın hayal gücünün benzerliğinden habersiz olanlardır” diyorsunuz. Sizce Tanrı’nın hayal gücü sadece acı konusunda mı benzersiz? M.E. – Tabii ki sadece bu konuda değil, her konuda benzersizdir. Konuyu romandan alınmış bir cümleyle tamamlayalım. “Tanrıyı güldürmek istiyorsan ona hayallerinden bahset.” Bence Tanrı sandığımızdan daha komiktir; sık sık güler.
F.Y. – Tanrı’ya boyun eğen kahramanınız, birkaç paragraf sonra “İyi biri olabilirdim. Sanırım olamadım. Kendim kaldım. Kötüyken özgürdüm, sonra aşık oldum; aşk beni uyumlu ve erdemli biri yapıp çıktı” diyor. Kötülüğü, özgürlüğün koşulu olarak düşünmenizin sebebi nedir? M.E. – Yaratıcılık, iyilik kutbundan çok, kötülük kutbuna yakındır. Tıpkı aşkın masumiyetten çok günahkarlığa yakın olması gibi. Kötülüğe eğilimimizin ardında biraz da özgürlük isteğimiz var. Kötülüğün tutarlı bir bilinci varken, iyilik sadece merhametle beslenen denetimsiz bir içtepi .Kötülüğün kaynaklarının çeşitliliğini, en çok sevdiğimizde bile var olduğunu, doğallığını unutmamalıyız.
F.Y. – 2000 yılında yapılan bir röportajda “Toplum, üstü örtülü suçluluk duygusuyla yüklü. Aslında bireyler bazen tek tek suçlu olmazlar. Toplumsal vicdan denen bir şey var. Ortalıkta var olan eşitsizliğe, adaletsizliğe, haksızlıklara karşı tepki göstermek zorundadır insan. İnsan olmanın en önemli taraflarından biri budur. Çünkü adalet duygumuz öyle bir şey ki, beş bin yıldır canına okunuyor ama hala bir gül gibi dimdik ayakta duruyor” demiştiniz. “Zamanın Manzarası”nda yoksulluk yüzünden intihar eden çocuklar, artık gazete manşetlerinde de yer alıyor. Son iki yılda olup bitenlerden sonra da aynı fikirde misiniz? M.E. – Toplumun duyarsızlığı bazen insanı umutsuzluğa sürüklese de asıl olan –hele bir sanatçı olarak- direnmek ve adalet, eşitlik kavramlarının yanında yer almaktır. Yazar uyumsuzlukları, çelişkileri belirginleştirmeli, unutturmamalıdır.
F.Y. – Bir röportajda “Acı önemlidir; çünkü kendimizi ve karşımızdakini duyumsayabilmemiz için önemli bir ayraçtır. Bundan kaçınırsanız hayatın derinliğine inmekten vazgeçersiniz” demiştiniz. Oysa bugün başta medya olmak üzere tuhaf bir “light hayat” arayışı var; hatta arabesk müzikte bile. Sizce bu durum, söz ettiğiniz derinlikten uzaklaşılmasının sonucu mu, yoksa dip sarhoşluğu yüzünden mi? M.E. – Eğer sözcük dağarcığımızdan ve toplumsal vicdanımızdan acıyı çıkarır, uzaklaştırırsak çok önemli bir ölçü aletini yitirmiş oluruz. Birini değerli bulmamızın nedeni çoğu kez o insanın bizden fazla acı çekmesidir. Toplumsal açıdansa acı yok olursa sıradanlık yaygınlaşır, kötülük meşrulaşır. “Light” anlayışının, özellikle edebiyatta en büyük tehlikesinin erdemlerimizin tehdit altında kalması olduğunu düşünüyorum.
F.Y. – “Yürek Sürgünü” adlı romanınız 1994’te yayımlandığınızda bu kitabınızda öngördüğünüz radikal İslamcı örgütlenmeler ve eylemler çok geçmeden gerçekleşti. Yeni kitabınızda da gelecek zamana dair öngörüler var mı? M.E. – Asıl falcılık, “Zamanın Manzarası’ndan sonra yazacağım romanda.
F.Y. – Aşkı önceki kitabınızda, “Görmeden inandığımız, insanın kendi yıkımından haz duymak” diyerek tanımlıyorsunuz. Aşk, sizce her zaman insanın kendi yıkımından haz duymak anlamına gelecek kadar yıkıcı mı?. Aynı kahramanın ilişkiyi aşka yeğlemesi de, aynı zaman dilimi içinde aşkın da uğradığı yenilgiyi mi anlatıyor? M.E. – Bilmiyorum. Zaten bilmekte gerekmiyor. İlişki sırasında da aşık olduğumuzu düşündüğümüz anlar olabilir. Çünkü aşk bazen cinselliğin içinde yapılmış plansız ve yorucu bir gezi de olabiliyor. Ama edebiyat için gereken aşk değil, aşkın acısı ve mutsuzluğu. Yazmaya değer olan ve yazılan aşkın bu yönü.
AŞK, KADIN, ERKEK
F.Y. – Bir erkek için hiçbir hocanın ihanet eden bir kadından daha öğretici olmadığına inanıyor kahramanınız. Sizce bir kadın için de en iyi öğretmen, ihanet eden bir koca mı? M.E. – Romandaki kahramanın çok özel bir durumu var. Bu nedenle böyle konularda genelleme yapmamak gerekir diye düşünüyorum. Ama şöyle bir genelleme yapabiliriz. “Ölümü paylaşabilirken, ihaneti paylaşamamak ne garip…” Bunlar da roman kahramanının sözleri.
F.Y. – Kahramanınızın sözlerinden biri de “Kadınlar kendileri hakkında fikir sahibi olan erkekleri sever!” Ardından da “Sanırım Sevgi de bu yüzden ayrıldı benden, onu bir türlü -kendini gördüğü gibi- anlayıp kavrayamadığım için” diyor. Kadınların bu tavrı “erkekler tarafından anlaşılamamak” olarak mı yorumlanabilir mi? M.E. – Aşkın ana sorunu sanırım sevmeyi öğrenebilmekteki yeteneksizliğimizde gizli. Çoğumuz aşkı sahip olma duygusuyla, kıskançlığın arasına hapsediyoruz. Öte yandan aşkta taraflardan birinin ödün vermez bir özgürlük kaygısı gütmesinin varacağı kaçınılmaz sonsa, gizli bir bencilliktir. Bunu da sık sık unuturuz. Özetle neresinden bakarak bakalım aşk yorucu bir iş. Shakespeare galiba Jülyet’in bu yüzden 14 yaşında olmasını uygun görmüş.
KİŞİSEL
F.Y. – Büyük bir inşaat firmasında mühendis ve işadamı olarak çalışıp öğle tatillerinde roman yazarken, 48 yaşında ölen babanızı hatırlayıp 50 yaşında hayatınızı değiştirmiştiniz. İkinci devredeki değişiklik sürüyor mu? Yazmak dışında bir işle ilgileniyor musunuz? M.E. – Hayır, yazmak ve edebiyat seminerlerinde ders vermenin dışında hiçbir şey yapmıyorum.
F.Y. – Radikal değişikliklerden biri de alto saksofon çalmaya başlamanızdı. Hatta saksofonda tıpkı iyi bir roman cümlesi kurar gibi doğaçlama yapmayı hedefliyordunuz. Saksofonda zamanın manzarası nasıl? M.E. – Hala –zaman zaman hiç başaramayacağımı düşünerek – vazgeçmeden o güzel cümleyi kurmaya çalışıyorum.
F.Y. – Uğur Mumcu Vakfı’nda yazma seminerlerinde yazma dersleri veriyorsunuz. Öğrencilerin yetenekleri, gençlerin toplumsal konulara bakışı konusunda sizi en çok etkileyen gözlemler neler? M.E. – Seminerlerimize her yaştan gençler katılıyor. Ortak paydamız sanallıktan ve “light” lıktan uzak bir ortam ve edebiyat ve felsefe.
YAZMAK
F.Y. – Son kitabınız yayımlanmadan önce bir gazetede bazı bölümleri tefrika edilmeye başladı. Bunu çok satılması için mi uygun gördünüz, yoksa kitap alamayacak durumdaki okurlara da ulaşmak ve kitap hakkında fikir sahibi olunabilmesi için mi? Yazarın, kitabından öne çıkarıldığı tanıtımlar hakkında ne düşünüyorsunuz? M.E. – Çok satması için değil, kitabın edebiyat ölçülerinin içinde kalınarak tanıtılması için başlatılan bir çabaya destek verdiğimi düşünüyorum. Yazarının kitabın önüne çıkmasını eğer yazar sıra dışı –Fransızlar büyük diyor-bir hayat yaşamış ve edebi kimliğinden başka bir kimlik kazanabilmişse kabullenebiliriz diye düşünüyorum.
F.Y. – Bir kitabın genel kabul görmesinin sebebinin üçüncü sınıf olduğunu söylemiştiniz. İkinci, birinci sınıf eserlerin daha az alıcısı olduğunu belirtip, “Malınız deha mahsulüyse ancak elli sene sonra farkına varırlar” demiştiniz. Ama siz de kabul gören yazarlardansınız. Romanlarınız hakkında bir genelleme yapmak için erken mi? M.E. – Kitaplarımın genel kabul gördüğünü söyleyen ilk kişi sizsiniz. Yayıncım buna bayılırdı; ama ben yaygın değil, derinlemesine okuru olan bir yazar olduğumu düşünürüm.
ALKOL
F.Y. – Alkolle aranız iyi olmadığı halde kahramanlarınız hep alkolle içiçe yaşıyor. “Zamanın Manzarası”nda da kahramanınız bu kez alkolü bırakma mücadelesi içinde. Dramatik bir unsur olması için mi alkole bu kadar yer veriyorsunuz, başka bir sebebi mi var? M.E. – Ömür boyu sürecek, aşınmaz bir pişmanlığın yanı sıra yazmak için gereken şeylerden birisi de, boğulurcasına düzenli bir içme isteğidir. Romanın kahramanının bir yazar olduğunu unutmayın. Hem içki kişiliklerimizin üstündeki kabuğu eritir ve tutkuyu açığa çıkarır.
AKTUEL, Ekim 2002 FERRUH YAZICI