Söyleşiler

Tempo –  ‘Zamanın Manzarası’ yıllar sonra gazetede tefrika edilen (radikal) ilk roma oldu. Bu, tanıtım için yararlı bir yol mu?

Mehmet Eroğlu – Bir romanın duyurulmasında röpörtajların da , tanıtım yazılarının da, tefrikanın da yerleri ayrıdır diye düşünüyorum. Bunlardan çok daha önemli olan eleştiri ise, edebi  değerlendirmeyi kapsıyor ve ne yazık ki günümüz okurunun önemli bir kısmı bu tür yazıları okumuyor; hatta zararlıymış gibi uzağında duruyor. Bu büyük bir eksiklik. Oysa edebiyat geleceğe eleştiriler ve edebiyatseverler yoluyla kalır. Okur genellikle ona söyleneni okurken, edebiyatseverler kitap değil, yazar okurlar. Kimbilir, romanların tefrika edilmesi, kitap tanıtımlarının edebiyat çerçevesinde kalması gerektiğini de hatırlamamızı sağlar belki.

T. – Yayıneviniz sizin için “iki yıllık suskunluğunu bozdu” diyor. Sizce iki yıl bir romancı için uzun bir suskunluk mu? M.E. – Yayınevi neden böyle demiş bilmiyorum. Ama tabii ki iki yıl bir yazar için suskunluk sayılmaz. Hatta bu kez gevezelik etmişim bile diyebiliriz. Bunu da 6 yıl süren önceki suskunluğuma verin.

T. –  Kahramanınızın yaşamı bir ilk cümleyle değişiyor: “Mücevher takmamıştı ama gözleri vardı”. İlk cümleler önemli midir? M.E. – Romanların ilk cümlesi tabii ki önemlidir, ama o kadar da değil. İlk cümlenin vurucu olması, akılda kalması sonradan Amerikan tarzı çoksatar romanlarda önem kazandı. (Kaç edebiyat başyapıtının ilk cümlesini hatırladığınızı sorun kendinize.) Benim romanlarımda önemli olan giriş bölümüyle, son bölümün oluşturduğu bütünlüktür. Zamanın Manzarasındaki giriş cümlesi ise romanın iki kahramanını buluşturuyor. Önemi –varsa- bununla sınırlı.

T. – Tanrıyla aranız nasıl? Bunu, “Benim kadar acı çekmedikçe, Tanrı’ya inanmamı beklemeyin” sözünden cesaret alarak soruyorum. M.E. – Hakimler ve Tanrıyla aram pek iyi sayılmaz, ne zaman yollarımız kesişse zarar gören ve acı çeken hep ben oldum. Eğer bizleri gütmek için karşımıza bile çıkmaya tenezül etmeyen, yerine peygamberlerini gönderen Tanrıyı ciddiye alacaksak, bu kutsal kitaplarında hep sözünü ettiği eşitlik kavramını karşılıklı gözeterek olmalı. Tanrının da  biz kulları kadar acı çekmesi gerektiğini işte bu nedenle yazdım. Ben kendi hesabıma eski Yunan tanrılarından yanayım. Onlar hilebaz ve şehvetli olsalar da daha doğal, daha insansıydılar. Dağların, denizlerin, ormanların, rüzgarların yüzünü takınabiliyor, bölünebiliyorlardı.

T. – Kahraman hakkında ne söyleyebilirsiniz? M.E. – Zamanın Manzarasının kahramanı Barış kendini şöyle tanımlıyor: “Doğumum kimseyi kıvanca boğmadı…” İlk bakışta sert biri. Ama hiç görmediği, onu terk edip giden babasını 16 yaşına kadar sokağın başında, ineceğini düşündüğü yorgun trenlerin son durağı istasyonlarda beklemiş naive birisi de aynı zamanda. Roman boyunca askerliği sırasında dağdaki siperlerde karşılaştığı ‘kendisinden’ kurtulmak için çabalıyor ve aşkla birlikte yeniden acıma duygusunu keşfediyor. Savaşmış birisinin –kimsenin bir bütün olarak asla anlayamayacağı- savaşı unutması için iki yol vardır: Yazmak, ya da aşık olmak. Kahramanımız ikisini de yapıyor. Yazmak içinse üç şey gerekir: Yalnızlık, pişmanlık ve düzenli, boğulurcasına bir içme isteği. Barış’ta bu üç unsur da var. İyi bir roman her şeyden önce yıkıcı bir fikirse, Barış’ın içinden çıkıp geldiği büyük ruhsal yıkım ona gereken malzemeyi fazlasıyla sağlıyor. Unutmamalıyız. Sonu kötü biten her şey edebiyat için iyidir. Barış’ın serüvenini kötülükten iyiliğe, zenginlik düşünden -sonunda parçası olmayı seçeceği- yoksulluğun yüceliğine doğru bir yolculuk olarak da tanımlayabiliriz. Kahramanımız, kıyıcılık ve merhametin birlikte varoluşunun, başka canlılarda olmazken insan türünde ortaya çıkışının trajik zıtlığını omuzlarında taşıyor. Ama en çok ruhsal yolculuklar yapan bir aylak diyebiliriz ona…

T. –  Roman, zamana bağlıymış gibi dursa da zamandan bağımsız. M.E. – Romandaki hikayeyi geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek olarak üç ayrı zaman diliminde anlatmayı seçmemin nedeni şu: Hayatımız bu iç içe geçmiş üç ırmağın içinde akıyor. Durumu en iyi özetleyen kitaptaki –Graham Greene’den – bir alıntı: “Bir hikayenin ne başı vardır, ne sonu. İnsan kendi deneyimlerinden geri yada ileri bakacak bir nokta seçer, hepsi bu…” Tarihlerin olması ise, romanda sözü edilen somut olayları zamana oturtuyor; hepsi bu. Örneğin ölüm oruçlarının bitirilmesi için yapıldığı ileri sürülen operasyonun, insanlığa büyük mutluluklar getireceği söylenen yeni binyılın ilk yılında olmasını belgelememize yardımcı oluyor bu tarihler.

T. –  Kadınları erkek gözüyle yazıyorsunuz. M.E. – Kadınları erkeklerin gözüyle anlatıyorum, çünkü doğal olarak gözüm de bir erkek gözü. Bir erkeğin bir kadını bütünüyle anlayıp anlayamayacağı sorusuysa bana edebiyatımızda son zamanlarda moda olan değişiyle, “kadınları anlamak, kadınlar için yazmak…” konusunun biraz deşilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Önce şunu belirtmek gerekir: Usta yazarlar kadınları, erkekleri, yaşlıları ya da gençleri değil, insanları yazarlar. Ülkemizdeyse kadını yazmanın uzmanları olduğu vurgulanıyor. (Sivri dilli bir arkadaşıma bakılırsa, bu edebiyatımızda ciddi bir beyaz kadın ticaretinin  varlığını  kanıtlıyor.) Bazılarına göre ustaca pazarlanan bu oldukça kazançlı olay, özellikle kentli ve eğitimli, ama edebiyatla o kadar da ilgili olmayan bazı kadınlarımıza edebiyata giriş pasaportu verme gayretinden başka bir şey değil. Kimi yazarlarımızın, erkeklerin ‘bütünüyle asla kavrayamayacağı kadınları’ yarattığı vurgulanarak, bu ‘anlaşılması zor’ kentli kadınlarımıza kısa yoldan, -zahmetsizce edinilmiş- bir edebi kimlik kartı hediye ediliyor gibi geliyor bana. İşin ilginç tarafı bu olayda başrolü yazarlar değil, konuyu magazin boyutuna taşıyan, varlığı bu tür kentli kadınlara bağlı olan ‘başka kadınlar’ oynuyorlar. Sorunuzun son kısmına, kadınları derinliğine yazmayı, kadın yazarlara bırakma konusuna gelince şunları söylemek isterim: Edebiyat en çok ruhlarla ilgilenir ama ruhların da bir cinsiyeti yoktur. Eğer ille de kadın ruhu var diyorsanız o zaman da ben şöyle sorarım: Jülyet, Anna Karanina, Emma Bovary, Kamelyalı Kadın… Bunlar edebiyatın en bilinen, en iyi işlenmiş, en ruhsal derinlikli kadınlarıdır ve hepsi de erkekler tarafından yaratılıp, yazılmıştır. Neden acaba? Bence ‘kadınları anlamak’, kadınlar hakkında fikri olmakla karıştırılıyor. Belki günlük hayatta bu ikisi aynı şeydir, ama edebiyatta durum böyle değil…

TEMPO, Ekim 2002 Nuray Soysal