Söyleşiler

Son romanı “Zamanın Manzarası”ndan  bir yıl sonra “Kusma Kulübü” ile yine kavramları  sorguluyor Mehmet Eroğlu. Dünyaya atılmış ve orada unutulmuş insanoğlunun, fırtınanın ve “ıssızlığın ortasında” ki yalnız ve öksüz yolculuğunu anlatıyor.

Mehmet Eroğlu,  kavramların tam ortasına koyduğu  Umut Çinici ile birlikte “akıl, vicdan, öfke, cesaret, ölüm, aşk” arasında  baş döndüren bir yolculuğa çıkarıyor   bizi ve Umut’un nihayet “mutluluğu” bulduğu, imkânsız bir dünyanın kapısında bırakıyor.

Graham Greene, “Sessiz Amerikalı”da  “İnsan, eğer insan kalacaksa, taraf tutmak zorundadır” diyor; ama  “Kusma Kulübü”nün  kahramanı  Umut’un,  hep birinci tekil ağzından anlatılması, onu alabildiğine özel kılıyor ve  biz, Umut’un taraf oluşunu, taraf tutuşunu  alabildiğine nesnel ve tarafsız bir  pencereden izleyebiliyoruz. Yazar, insanların ve onları kuşatan kavramların panoramasını çizerken biz, bütün manzarayı  yukardan görebiliyor, her şeyi  tarafsızca seyredebiliyoruz.

Yazar, bütün romanı birinci tekil kişi ağzından oluşturarak, okura bu görüş açısını sağlıyor. Kusma Kulübü, Tanrı’nın çok uzak ve soğuk bir sessizlikle seyrettiği/yarattığı  kızgın, aç, umutsuz, iğrendiren bu  dünyada isyan etmek  ve  savaşmak,  nereye kadar olası?  sorusu üzerinden yol buluyor kendine.

“Akıl, zekâ isyan ve vicdan”  Akla yol gösteren kılavuz hangisidir? Mantık mıdır, acımak mı?  İnatçı ve sürekli bir acıyabilme yeteneğinin diğer adı “vicdan”sa,  bu yaratılış imkânını, bazı insanlar nasıl olup  da susturabilmekte, ve onu duymadan yaşayabilmektedirler?

Kusma Klübü’nün  en yeni üyesi Umut da, önce  bu doğuşsal yetisinden, iç sesinden kurtulmayı deneyecektir.  Kolay kazandığı parayı kulaklarına tıkaç yapacaktır, ama ses dışardan değil içerden gelmektedir ve eğer sizde  vicdan varsa “vicdanın sesi” kendini  mutlaka bir yerlerden duyurmaktadır.

Roman, vicdanın doğuşsal bir   imkân olarak   ya olduğu ya da olmadığı tezi üzerine kurulmuş görünmektedir. “İç ses, vicdan, açlıktan ölen bebeklerin sesi, acıma duygusu” bu kavram; karşımıza  hangi adla çıkarsa çıksın;  ‘vicdan’ bir kez varlığını duyumsattıktan sonra, insanın, bu dünyada onunla birlikte yaşaması  artık bir hayli güçtür .

Kusma Kulübü’nün Patronu Akıl, Şöförü Vicdan

Şifrelerle konuşmayı seven Mehmet Eroğlu, Kusma Kulübü’de, vicdanı  “V”  simgesiyle  çıkarır karşımıza. Ve bütün romanlarına sinmiş olan hem acı hem ironi dolu üslûbuyla, “randevuya gelmeyen şoförü”  yani “V” yi, Vahit’i / vicdanı şöyle tanımlar:

“Adam, birisini beklediğini ele veren sabırsız , yorgun gözlerle dikildiği köşeden sıçrayıp önüme çıkınca, irkilerek geri çekildim.  Sonra dehşet, ter gibi bütün bedenimi ele geçirirken ayrıntıları fark ettim.  Adam, bakışlarından daha yorgundu; hatları belirsizleşmiş yüzü, elleri tuza batırılmış balık gibi kurumuştu; havanın sıcak olmasına karşın uzun kollu gömlek giymişti. İğneci ya da jiletçi” (sayfa 121)

Vicdan, günümüzün dünyasında öylesine gözden çıkarılmış bir kavramdır ki, ona bir beden verecek olsanız,  ancak yukarıdaki gibi olacaktır. Tükenmiş, örselenmiş,ölüme yazgılı.

Gel gelelim, Umut, Vahid’i (arp sıfat. Vahded’den tek, yalnız, bir) bir kez  tanıdıktan ve sesini duyduktan sonra, Umut’un eylemlerine hükmeden  efendi sadece “V”  olacaktır.

Vicdan Şiddetle Buluşur Mu?

Roman, bir şifreler kitabı, cevapları bizim de kendi başımıza bulmamız gereken bir sorular kitabı gibi, peşinden sürükler okuru. Mehmet Eroğlu,  “Sert bir roman oldu” dediği Kusma Kulübü’nde,  vicdanı vicdansızlıkla üç kez karşılaştırır. Bu üç sahneyi,  aslında karşılaşma değil   ‘çarpışma’ olarak nitelemek belki daha doğru olur. Çünkü, yazar romanın bu pek çarpıcı her üç sahnesinde de, etkileyici  ve gerçekten sert  alegoriler kullanır. Umut Çinici, alışveriş merkezinde, dağdaki kulübede ve finalde, olağanüstü karar anları yaşar. Vicdan dediğimiz bu en üst basamaktaki insan olma olgusunun, kendini, en alt basamaktaki “şiddet”le ifade ettiği anlardır bunlar. Hani “namuslular da namussuzlar kadar cesur olsa” acaba, dünya nasıl bir yer olurdu sorusuna kısa  bir yanıttır, olanlar. Umut,  ” Önümde eğilebileceğim, uğruna adaklar sunabileceğim insancıl bir efendinin kulu olmuştum. Vicdanımı tutkularımın Tanrı’sı kılıp ‘Kusacağım’ ” (sayfa 363) der ve baltayı savurur, düşman bellediğinin üstüne . Umut,  bu eylemiyle edebiyatın  “umutsuz”  kahramanları arasına katılır. Ve biz alttan alta hissederiz ki; artık ne insanların dünyasında ne de edebiyat dünyasında  umut’tan söz edilebilir  ve  bir kez daha  “şiddet” kazanmıştır.

Mehmet Eroğlu, “Kusma Kulübü”nde,  şiddete bir kez başvurdunuz mu, bunun dozunun giderek artacağını usulca göstermektedir okura.

Umut

Mehmet Eroğlu’nun kahramanları, hem edebiyat dünyasının hem  gerçekliğin içinden  çıkıp karşımıza gelirler.

Camus ‘nin kahramanı Mersault gibi  sessiz, donuk ama sonunda cinayet işleyebilen Umut’la ve Kafka’nın Joseph K’si  gibi sadece simgesiyle tanıdığımız “V” ile tanışırız. Bu kahramanlar, romanda yüklendikleri “simgesel”  rollere rağmen,  hayatiyet de kazanırlar. Özellikle de ikincil kahramanlar  daha da kanlı canlı dolaşırlar roman boyunca. Günümüzün dünyasından  tanır gibi olduğumuz roman kişileri, seçilen adlarıyla ve onlara biçilen davranış kalıplarıyla da bize hep birilerini hatırlatırlar. Arsız, seksi ve sınırsız kadın gazeteci B.B, ilişkileri kuşkulu  basın patronu Ercü, sansasyon peşindeki televizyoncu  Selami Balat, İznik’teki evli ve mutsuz abla Firdevs. Tek çocuğu ölmüş, ve bir daha asla çocuğu olamayacak, solcu filozof Kadir ki, geride sadece kitabını bırakarak hızla ölmektedir. Umut Çinici ise, İstanbul’da oyuncu olmak isteyen İznikli işçi çocuğu olmanın ötesinde, bir yandan Gregor Samsa’nın akrabasıdır, bir yandan da Mersaut’un. Gregor Samsa gibi kendindeki değişime engel olamaz,  Mersault gibi gittikçe donuklaşır. Annesinin ölümünü kayıtsızca seyreder, Mersault’nun yaşama sıkıntısına benzer bir sıkıntının içinde bunalır. Umut’un,  çevresindeki insan ilişkilerini,  eylemleri boş ve anlamsız bulduğunu sezeriz. Zaten, sonunda, Umut,  bir diğer Camus kahramanı Sisyphe gibi kaderine teslim olur, kendi kaderinin yargıcı olur. “Çabucak tiryakisi olduğumuz, Sisyphos gibi ite kaka bir tepeye çıkarmaya çalıştığımız  ‘hayat’ ,  bemim için art arda sıralanan reddedilişlerden ibaret oysa…

Sisyphos ve ben! İtiraf etmeliyim:  Ortak paydamız yazgımız değil budalalığımız.” (sayfa 4) diye düşünür ve sonunu başından hissettiğimiz yazgısının içinde yürür. Umut; Mersault’ ya benzer, ancak, onu Mersault ‘dan ayıran  bir yönü  de vardır: Giderek daha sık duymaya başladığı iç sesi ve sık sık gördüğü “V” nin olmayan  yüzü. Şimdi Umut, sonunda kendine bir yaşam amacı bulmuş görünmektedir. “V” yi bulmaktır bu amaç.

Peki,  kimdir bu “V,” Ya da  “vicdan”  nedir?

Ölüm ve kötülükle bağdaşmayan bir Tanrı fikri, aklın iflası, dünyanın mantıksızlığı ama   bütün bu curcunanın içinde yine de duyulabilen bir sestir, vicdan.  “V”,  bir insan imkânıdır. “İnsanoğlunun  bundan daha değerli nesi olabilir?” sorusunun yanıtıdır. (sayfa:311) . Yazar,  akılla  vicdanın ilişkisini sorgular. Kötülükle dolu bu dünyada akıl, ne yapmakta, akıl ne işe yaramaktadır? Cevap korkutucudur:   “Akıllılar isyan etmiyor.” (…)  “Akıllılar kurtuluyor.” (122), ” Hiç kimseye acımıyorsunuz, Hastalara, sakatlara, yaşlılara, yoksullara….Acımanızı  mantıkla gemliyorsunuz”(sayfa: 357) İç ses, ya da “V”  konuşmaya başlar:

“İnsanlar belleksizleşti.  Tanrı,  korunmaları için onları unutma yeteneğiyle donattı. Balıklar on beş saniyede unutuyor;  insanlarınki belki daha uzun sürüyor,  ama sonunda  mutlaka unutuyorlar. (…) Elimde olsa unutma duygusunu beyinlerden söküp atardım. (…)Ben insanlaşıyorum  ama ya Tanrı? Tanrı sağır, Tanrı kör… Yoksulları duymuyor,  bebekleri görmüyor,  acılarımızı unutuyor….” (sayfa 243)

“Vicdan”, Eroğlu’nun  daha önceki romanlarında da sorguladığı bir kavramdır. 2002’de yayımlanan”Zamanın Manzarası”nda da, Barış Utkan, vicdan’la ilişkisini şöyle anlatır: “Ona  âşık oluncaya kadar vicdanım bir göze benziyordu. Sürekli kapatıyordum.Beni o değiştirdi.”  (sayfa: 397)

Fark edileceği gibi, her iki romanda da vicdanı etkin hâle getiren hep bir kadının varlığıdır. Zamanın Manzarası’nda adı Elif’tir” Kusma Kulübü”nde Nihan.

Ve vicdan, insanı değiştiren ve onu insanlaştıran şeydir. Peki, ya, insan aklının kılavuzu vicdan olsaydı… “Kusma Klübü”, bu soruya  bir yanıt denemesidir bir bakıma.  “Umut”un eylemi,  bu soruya bir yanıttır ama trajik bir yanıttır. Bütün duygular gibi  “acıma”  duygusu da bir nevrotik bir tutkuya, dönüşebilir ve  tutkuyla  şiddet  arasındaki sınır pek kolay aşılabilir. Nitekim, Umut’un yolu, bu son durakta kesilir. Umut, “vicdanını tutkularının Tanrısı kılan” (s: 363)  adamdır artık. Vicdanın kendini şiddete başvurarak ifade etmesi ise, sorunun başladığı noktaya geri dönmesi demek değil midir? Yine şiddet baş roldedir, “acıma “şiddete dönüşmüştür.

İç sesini duyarak yaşamak olası mı?

Mehmet Eroğlu, romanın  hepsi  de birer kurban olan kahramanlarını yıkılmak üzere olan eski bir apartmanın çatısı altında tanıtır, okuruna. İşkencede aklının yarısını yitirmiş Zilan, Zilan’ı derin bir acımayla seven Selim, Filozof Kadir,  Braille alfabesi ile de okuyamasın diye, parmakları elektrikle yakılan görmeyen Melek  ve onları birinci ağızdan anlatan genç Umut.

Sadece kendileri için değil, başka insanlar için de acı çekmek, bu insanların ortak noktasıdır. Umut’un bir şizofreniye doğru adım adım gidişini izlerken, apartmanın diğer komşularının da  yok oluşa  sürüklenişini okuruz.Kadir ölür, Selim intihar eder,  Nihan öldürülür, zaten aklını yitirmiş Zilan ve tamamen körleştirilmiş Melek, apartmandan atılır. Umut’un  içsel bütünlüğüne varması ise,  aynı zamanda bir kopma, dış dünya ile  bağını koparması anlamına gelmektedir. Aklını karıştıran soruların cevabını bulmuştur, ama bu bilinçlenme anı aynı zamanda  Umut’un da yok olması demektir.

“Sıra bir budala olarak aklımı karıştıran sorudaydı. ‘Peki, sizce aklın kılavuzu nedir? Onu yönlendiren ne olmalı?’

Adam hiç duraklamadan ‘mantık’ dedi.

(…)

‘Bilemedin. Acımayı öğrenememiş, merhametsiz akıl, korkutucudur. Bize gereken, inatçı ve sürekli bir acıma yeteneği…”  (sayfa 357)

“Umudun iki güzel kızı vardır: Öfke ve cesaret.  Öfke olanlara dayanabilmek,  cesaretse değiştirebilmek için (…) Adım Umut benim ve hem öfkem hem de cesaretim var artık…” (sayfa 360)

“Kusma Kulübü”nün  en yeni üyesi, Umut, bu cümlelerle tamamlayacaktır, kendine  atfettiği görevi.

Bu dünyada, vicdanla birlikte yaşamak olası değildir ve Umut değişimini tamamlamış; bu dünyadaki varlığını başka bir şeye dönüştürmüştür.

“Kusan bir vicdan! O zaman insandan daha değerli bir varlığa dönüşmekte olduğumu anladım. Daha önce bu hiç aklıma gelmemişti; ne budalaydım. Onu ilk gördüğümde bir sürüngene benzetmiştim.  Oysa o,  ruhsal başkaldırıyla yetinmemiş, insanı aşmaya çalışmış, -güçsüz büyülerle yaratılmış olsa da- kurtarıcı bir düşe dönüşmeyi amaçlamıştı.” (sayfa 362)

Bir şifreler kitabı

Mehmet Eroğlu’nun  romanında, yeni bir aşamadır,  “Kusma Kulübü”. “Zamanın Manzarası”nda da denediği bir yolun artık iyice belirginleşmesidir. Olayların ve  olayları yaratan insanların dış görünüşlerinin  ötesine geçip insanı,  içten dışa doğru tanımlama sürecidir, bu söylem. Tek tek insanları ve onların öykülerini değil,  “insan”ı  anlatma çabasıdır, “Kusma Kulübü”. İnsana ait olan kavramları tanımlama ve bu kavramlara farklı pencerelerden bakma denemesidir. Yazar, bu romanda    kavramları sadece tanımlamakla yetinmez, onları hayatın içinde  görmeye ve cisimleştirmeye de çalışır. Bu çok katlı yapıyı biraz aralamak, yazarın kullandığı şifreleri şöyle çözümlemek de olasıdır.Ve aslında bu yazı da, bu şifreleri, benim açımdan bir çözümleme çabasıdır.

Nihan: Patrondur, akıldır ama gizlidir, saklanmıştır, az görülür, zor bulunur.

Vakıf Başkanı ‘Hayalet’  : Paradır, mantıktır, o da zor bulunur, saf aklın itici gücünü  sadece mantıkta bulduğu  için  acımasızdır. Hannibal Lecter’i hatırlatır. İyi müzik,  kokular ve sanat eserleri  insandan daha değerlidir, onun için.

Dilek: Adı üstünde; arzuların nesnesidir, üstelik kendisi de neredeyse sadece ‘istemek’ten ibarettir.

Kadir: Hayatı değiştirecek gücünü ve sağlığını yitirmiştir. “tek tek bir sürü doğru şey söylüyordu, ama hepsi bir büyük doğru yapıyor muydu? Bundan kuşkuluydum” (sayfa:64) diye düşünür, Umut, onun için. Doğuşsal hastalığı onu ölüme yazgılı kılmıştır.  Geride bir tohum bırakmadan  ölmektedir.

Vahit: Randevuya gelmeyen şofördür Vahit, ya da “V”.

Yavaş yavaş yok olmaktadır, ona fazla yaklaşmak ise “kusmak” demektir. Bir daha eskisi gibi olamayacak kadar çok kusmak. O, günümüzün dünyasında birlikte yaşanması imkânsız olandır. Vicdanın cisimleşmiş hâlidir.

Umut:  Sisyphos yazgılı delikanlıdır. Roman, onun kopup gidişinin öyküsüdür bir bakıma. Akıl, vicdan isyan, uyum arasında sıkışmıştır “Umut”.

Eroğlu’nun, bir önceki kitabı “Zamanın Manzarası”, “yoğun bir şefkat”in romanıdır ve yazar o kitabını,  “umut”u egemen kılarak bitirmiştir.

Bu roman, o “umut”un macerasıdır. Umut’un akıl ve vicdanla yüzleşmesinin öyküsüdür; ama umutlu bir sona ulaşamaz ne yazık ki. Hiçbir umut, nesnelerin egemen olduğu günümüzün dünyasında varlığını koruyamaz.

Bu, bir Mehmet Eroğlu romanı

Kusma Kulübü, bütün unsurlarıyla bir Mehmet Eroğlu romanıdır. Aslında romandaki tiplerin hepsi, ” Mehmet Eroğlu tipleri” diyebileceğimiz özellikleriyle çizilmiştir. Bu kişiler,  kavramları üstlerine giyinmiş gibi yaşarlar, birbirleriyle  ilişkileri bizi felsefi  sorulara, felsefi yanıtlara götürür. “Zamanın Manzarası”nda olduğu gibi burada da, “acıma, şefkat, şiddet, ölüm” başroldedir. “Zamanın Manzarası”nda, “büyük bakışlı kadın” tanımlanır;  bu romanda “sünger sesli kız” ya da “çivimsi, insanı arkasına  mıhlayacak bakışları olan kız” anlatılır. Gözler ve bakışlar yine çok önemlidir. “Gözlerinin gerisinde bir yerde sakladığı boyun eğiş”ler ya da “Gözlerindeki o ince parıltı” lar,   “Şeyda’nın ölümünde edineceğim bakışların habercisi şaşkın ve bomboş gözler” (sayfa 2) sık sık karşımıza çıkar; kahramanlar özellikle bakışları ve sessizlikleriyle tanımlanır.  “Herkesi kendinden aşağıda görme hakkı bağışlanmış biri gibi bakıyordu.” (sayfa:26) gibi soyut tatlar taşıyan tanımlar sık sık karşımıza çıkar. Tanım cümleleri de, Mehmet Eroğlu’nun  vazgeçemediği cümlelerdir.

“Kimlerdir yazarlar?  Bizim için duyarlılık satın alan, söyleyemediklerimizi söyleyen;  bizler adına insan ruhunda uzun yolculuklara çıkarak keşiflerde bulunanlar mı? Yoksa, basit,  sıradan  beğeni dilencileri mi?  (sayfa 63)

Mehmet Eroğlu cümleleri, metinde hemen ayırt edilebilir:

“İkimiz de niyetlerimizin kurbanıydık: Ben kötünün, o ise iyinin.”(sayfa:24)

“Çatlaktan sızan su gibi yüzüne yayılan merak” (sayfa:27)

“Varlığı, bilinmeyen topraklar gibiydi; ürkütücü, uzak, soğuk ve sisli.” (sayfa:32)

“Elinde değildi, zekâsı dilini köleleştirmişti.” (sayfa 36)

Başka metinlere göndermeler

Mehmet Eroğlu’nun sekizinci romanıdır. “Kusma Kulübü”.

Belli ki, artık okurundan bir ön hazırlık beklemektedir  “kavramların yazarı”.

Özellikle bu kitapta,  edebiyat tarihinin pek çok kahramanını tanıklığa çağırır.

Kişiler, kimi zaman Dorian Gray’i , (sayfa 53) kimi zaman Moby Dick’in rahibi Peder Mapple’ı anımsarlar. (sayfa 42)

Mallamarte’ın  “Deri” öyküsünden söz ederler.

Umut, “Çocukken Cyrano de Bergerac oldum, ama hep Hamlet’i oynamayı düşledim”, (sayfa:19)

Ya da;

“Sisyphos ve ben! İtiraf etmeliyim: Ortak paydamız, yazgımız değil budalalığımız.” (sayfa:4) der.

Kitabın yoğun ve kapalı anlatımına pek uyar, bu başka roman kişileri. Farklı okumalara, derin katmanlara davet ederler okuru, “Kusma Kulübü “aracılığıyla.

Ve geride  yedi tane Eroğlu romanı daha vardır.

“Issızlığın Ortasında”  1979’da Milliyet Roman Ödülünü, “Geç Kalmış Ölü” 1986’da Madaralı Roman ödülünü almıştır.

“Yürek Sürgünü” 1994 tarihini taşır.

“Yüz 1981”, Ekim 2000 tarihinde yayımlanmıştır, “Zamanın Manzarası”  ise   Ekim 2002’de.

“Adını Unutan Adam” ve  “Bir Uzun Yürüyüş” diğer iki romanıdır Eroğlu’nun.

“Kusma Kulübü” ise, yayın dünyamıza 2002’nin son günlerinde oldukça hızlı bir giriş yapan Agora Kitabevi tarafından basılmıştır. Şubat 2003 tarihiyle.

GÖSTERİ ŞUBAT 2004 ÇİĞDEM ÜLKER