Söyleşiler

Sayın Eroğlu,

Geç olmakla birlikte, geçen yıl “Adını Unutan Adam” kitabınızı okudum. Ne kadar “karanlık” olsa da kötü bir dönemimde bana  oldukça iyi geldi. Sarsıldım ve kendimi uzun zaman unutmamı sağladı. O nedenle öncelikle size teşekkür etmek istiyorum.

N. – Sizi Kusma Külübü’nü yazmaya götüren süreci merak ediyorum. Ne vakit ipin ucu kaçtı ve böyle bir kitap  yazmaya karar verdiniz? “En öfkeli” kitabım diyorsunuz… Romandan çok bir iç dökme kitabı diyebilir miyiz? M.E. –  Şöyle diyelim: İpin ucu elime, gazetelerde açlıktan ölen bebeklerle ilgili ölüm haberlerine 15 günde bir rastlamamla geldi. Ben de ucunu kaçırmadan çektim. Romanda anlatılan her şey gözlerimizin önünde olup bitti. Ama nedense toplum olarak bakışlarımızı o yöne çevirecek kadar cömert davranmadık. Öfkelenmemin nedeni budur. Yine de romana salt bir iç dökme diyemeyiz. Yapılan, önemli bir erdem olan vicdanın edebiyat teması olarak irdelenmesi.

N. –  Özel olarak, son dönem kitaplarıyla birlikte popülerleşen isimlerin bu öfkenize katkısı oldu mu? M.E. –  Hayır, böyle bir durum yok. Ben kendi işime bakarım.

N. – Kitabın kahramanı Umut sürekli bir mide bulantısı içinde. Sizin midenizi bulandıran şeyler neler? M.E. –  Bebek ölümleri, toplumsal vicdanın sığlaşması. İnsanlık için soylu olan her şeyin, erdemlerin içinin boşaltılmaya yeltenilmesi.  Magazin tarzının bir yaşam biçimi olarak dayatılması. Sahtekarlık ve alçaklığın neredeyse olağanlaşması.

N. – Kitabınızda yoksulları bir arada tutan kahramanınızın adı Umut. Kitabın sonunda kahramanınızı kusturarak sonu aydınlık bir finalle karşılaşıyoruz. M.E. –  Evet, Kusma Kulübü’nün finalinde, başlangıçta sıradan bir hayata tutunmaya çalışan ve bunun için ruhunu bile satmaya hazır Umut’un vardığı durak umut dolu: Burası tutkularının Tanrısını Vicdanı kıldığı bir son çünkü. Ama kusma eyleminin sadece biyolojik bir tepki olarak değerlendirilmesi yanlış olur. Kusmak, cezalandırmak, tepkiyi simgelemek ve arınarak vicdan edinmeyi de içeriyor.

N. –  Kadınlar çeşitli kimlikleriyle hemen bütün kitaplarınızda baskın bir rol oynuyor. Aşk, cinsellik, kadın zekası ve gizemi, Eroğlu’nun edebiyat dünyasında nasıl hayat buluyor? M.E. –  Erkekler de kadınlar gibi -hatta daha fazla- yer alıyor romanlarımda. Ben romanlarımın odağına insanları koyarım. Gerçek yazarlar, kadın ya da erkekleri değil, insanları, aşkı yazarlar. Soruyu bu çerçevede ele alırsak kadınların romanlarımda birer karakter olarak yer aldığını söyleyebilirim. Cinsellikten söz ediyorsak bunun bir tarafının da kadın olduğu unutulmamalı.

N. –  “İnsanlığın geleceği erkeklerin biraz kadınsılaşmasında yani vicdan edinmesinde saklı” diyorsunuz. Erkekler bu vicdanı edinmek için pek istekli görünmüyorlar… Belki de roman kahramanınız Umut gibi, hayatta kalabilmek için vicdanlarını köreltmeleri gerekiyor… Peki bu durumdan sıyrılmak sıradanlığa teslim olmamak sanıldığı kadar zor mu? M.E. –  Sıradanlık en amansız hastalıktır, çünkü yakalandığımızda çoğunlukla iş işten geçmiş olur. Sıradanlık ne akılla, ne de eğitimle ilgilidir. Çok zeki, akıllı ve eğitimli kişiler kolaylıkla sıradanlığa teslim olabilirler. Çünkü sıradanlık hayata yönelik eğilimlerimiz ve tercihlerimizin sonucudur. Eğer benliğiniz başka varlıkların acılarına kapamış, vicdanınızı köreltmişseniz sıradanlık kapıda bekliyor demektir. Sıradanlığın panzehiri ise okumak, aşk ve cinselliktir. Çünkü bu üç eylem de varlık olarak farkındalığımızı arttırır.

N. –  “Ben hep koyu bir ölüm bilinciyle yazdım”, “edebiyatın temaları “pembe ve mutluluk verici değildir”  Yazmaya değen  anılaştırılamayan acı ve mutsuzluktur” diyorsunuz.  “Mutsuzluğumuza alışarak” mı yaşayacağız? Eroğlu’nun karanlık dünyasını merak ediyorum kısacası… M.E. –  Kalıcı edebiyatın temaları pembe ve mutluluk verici konular değildir dersek daha doğru söylemiş oluruz. Eğer hayatımızın bir bölümünü ya da tamamını anılaştırıp, öğütemiyorsak yazarız. Daha doğrusu yazma eylemi neredeyse içimizden kendiliğinden boşalır. “Eroğlu’nun karanlık dünyası” dediğiniz yer –kalıcı edebiyat temalarının boy attığı- insan yaratılışının gölgeli alanlarıdır diyebiliriz. Burada –canlılar içinde sadece insanda rastladığımız tuhaf bir ikiliğin- kıyıcılık ve merhametin, düşmanlık ve kardeşliğin yan yana durduğunu görürüz.

NOKTA, MART 2004 Gülşen YÜKSEL