Söyleşiler

Mehmet Eroğlu yeni kitabı ‘Düş Kırgınları’nda, 12 Mart darbesi sonrasına odaklanıyor ve geçmişle ilişkisi acılı insanların hikâyesini anlatıyor. ‘Düş Kırgınları’, okuyucuyu kolayca etkisi altına alan başarılı bir roman.

Duygu Özsüphandağ Yayman –  Bir söyleşinizde, “Metinler ortaya çıktığı zaman herkesin malı oluyor ve insanlar farklı şeyler düşünebiliyor” demiştiniz. İnsan yazar olduktan sonra ise bir yanı okuruna ait oluyor galiba. Üstelik siz, okuyucu kitlesi için “fenomen” haline gelen bir yazarsınız. Okura, kendinizle ilgili bilmelerini istediğiniz kadarını mı veriyorsunuz? Mehmet Eroğlu – Bence bir yazar hiç bir zaman romanın önüne geçmemeli, kişiliğini eserinin önüne koymamalıdır. Okuru ilgilendiren konunun kişiliğim –daha doğrusu, özel yaşantım- değil, yazdıklarım olduğunu düşünmüşümdür hep. Ortalıkta dolanmamamın, kendimden çok söz etmememin nedeni budur. Daha çok popülerliğin peşinde olan yazarlar ne zaman fırsatını bulsalar, yazdıkları ile değil de yaptıkları ile ortaya çıkmaya kalkışırlar. Unutmayın, ‘Popüler olmak’ her şeyden önce, orta kırat, yani ortalama olmayı gerektirir.

D.Ö.Y. –  Yazarlık ve roman üzerine pek çok görüşünüz sizinle yapılan söyleşilerden bize yansıyor. Peki sizin yazar yapan hikaye ne? Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? M.E. – Yaklaşık sekiz yıldır düzenli olarak sürdürdüğüm ‘edebiyat işliklerinde’ ders verirken hep şunu söylüyorum: “Yazmak için her şeyden önce söyleyecek sözünüz olmalı; yazmak için bize gereken, yetenek değil, yazar olma isteği ve açlığıdır.” Benim yazarlık serüvenimin gerisinde, söylemek istediklerim ve yazmadan dengeye getiremediğim dengesizliğim yatıyor. Yazmak benim için bir zorunluluk kısacası. Anlatmak istediğiniz ne, diye soracak olursanız, acı, pişmanlık ve toplumu sarsmak, hatta elimden gelirse düzeni yıkmak isteği diyebilirsiniz.

D.Ö.Y. – Siyasi romanların yazarısınız. “Yüz: 1981” dışındaki romanlarınızda kahramanlarınız, kendisiyle ve yaşadıklarıyla hesaplaşıyor. “Her savaş, insanı eninde sonunda yazar olmaya iter; kimisi bunu becerir, kimisi beceremez” diyorsunuz. Bu kitapların yazarı için de, içinden geçtiği dönemlerle hesaplaşıyor, denebilir mi? M.E. – Doğrusu bana siyasi roman yazarı denebilir mi, daha doğrusu romanlar böyle, sınırları çok kesin çizilerek kategorize edilir mi, emin değilim. Romanlarımda –günümüzde artık çoğunlukla yazarların ilgilenmediği- toplumsal olaylarla ve kendilerini sınayan, yazgılarını değiştirmeye çalışan trajik insanla ilgileniyorum, hepsi bu. Kendimle hesaplaşmaya gelince, yazmak eylemi bunu da içerdiği için olabilir, diyebiliriz.

D.Ö.Y. –  Birçok romanınızın teması, birbiriyle kesişiyor. “Issızlığın Ortasında”, “Geç Kalmış Ölü”, “Yarım Kalan Yürüyüş”, “Adını Unutan Adam” ve “Zamanın Manzarası”nın kahramanları, bir şekilde savaşların, çatışmaların içinden geçen insanlar. “Kusma Kulübü” ise, her şey yolundaymış gibi gösterilen günlük yaşamın savaşını anlatıyor. Romanlarınızda, bu kahramanların penceresinden, Türkiye’nin toplumsal tarihinin izlerini sürerek bir haritayı mı tamamlamaya çalışıyorsunuz? M.E. – Öyle bir iddiam yok. Ben romanın, insanı ve insanlık durumlarını araştırması gerektiğine inanırım. Ancak romanın odağına insanı yerleştirirken geri planda da toplumsal örgüyü –isterseniz- dekor deyin gözden kaçırmamak gerekir. Yaptığım bu.

D.Ö.Y. –  Kimi kahramanlarınız, kendine acı çektiren, şiddetle seksi birleştiren kahramanlar. Bu, neyin dışavurumu? M.E. – Eğer kahramanlarım dediğiniz gibilerse; cinsellikle şiddetin içe içe olduğunu unutmamalıyız derim. Cinselliğin, özellikle erkek cinselliğinin köklerinde rekabet, dolayısıyla şiddet vardır. Bir de bir saptama yapmama izin verin: Cinsellik ve saldırganlık sanat eserlerinde hiç mi hiç yadırgatıcı değildir.

D.Ö.Y. –  Yapıtlarınızda başka ortak noktalar da dikkat çekiyor. Örneğin, kahramanların ailevi yaraları var: “Issızlığın Ortasında”nın Ayhan’ı için halası, bir korku nesnesi. Üvey annesi var, babasını erken yitirmiş ve aileden uzaklaştırılmış. “Kusma Kulübü”nün Umut’u, annesini öldürdüğünü söylüyor; onunla ilişkileri kopuk. Nihan, kendisini küçük yaşta terkeden babası onu sevsin diye, üvey kardeşi gibi olmaya çalışmış. “Zamanın Manzarası”nda da Barış’ın bir baba yarası var. Öte yandan, gözler… “Geç Kalmış Ölü”de Zeynep’in, “Kusma Kulübü”nde Mine’nin gözleri, okurken zihnimizde asılı kalıyor. Barış, herkesin gözlerine bakıyor. Bir de “Issızlığın Ortasında”, “Geç Kalmış Ölü”, “Zamanın Manzarası” ve “Adını Unutan Adam”da kahramanlar psikiyatra gidiyor. Bu, kahramanlar ve romanlar arasında kurduğunuz bir akrabalık bağı mı? M.E. – Roman kahramanlarının, trajik temaları ele aldığımızda, sokakta rastlayacağımız insanlardan farklı olacağını unutmayın. Örnek: Dostoyevski’nin ve Shakspeare’in roman kahramanları. Roman kahramanları ve konuları arasındaki tek akrabalık, her iki unsurunda de trajik temalar dediğimiz -sanatın gerçek- temalarının unsurları olmasıdır..

D.Ö.Y. –   “Kusma Kulübü”nü yazarken günceli takip ettiğiniz anlaşılıyor. Roman, nasıl bir hazırlık süreci sonunda ortaya çıktı? M.E. – Aksine günceli hiç izlemem. Ama açlıktan ölen bebekler günlük haber haline dönüşürse, o zaman bu durum günceli izlemekten çok toplumsal vicdanın sığlığına duyulan bir öfkeye dönüşmez mi? Kusma Kulübü’nü yazmamın gerisinde insan olarak bebeklerin açlıktan ölmesi karşısında duyduğum öfke ve onulmaz utanç var.

D.Ö.Y. –  Romanlarınızda fantastik öğeler ve simgeler sıkça yer alıyor. Örneğin “Yüz: 1981″deki bina çatlağı, ülkedeki çatlağı, bölünme fobisini ifade ediyor gibi. Anlatım biçiminizi nasıl tarif ediyorsunuz? M.E. – Kendine özgü; anlatım tarzımı ve kurgumu eleştirmenler böyle tanımlıyorlar. Laf aramızda, bu değerlendirmeyi üstülü örtülü olsa da ciddi bir övgü olarak alıyorum. Tıpkı iyi bir müzisyenin kendine has tınısı olması gibi. Sanırım bu yüzden derinlemesine inen bir okuyucu kitlem var.

D.Ö.Y. – Mühendislik döneminizde nasıl bir çalışma yönteminiz vardı? Roman yazmak için mesleğinizi bıraktığınızdan bu yana nasıl bir tempoyla çalışıyorsunuz? M.E. – Her iki dönemde de hep yoğun olarak çalıştım. İnsanlar ikiye ayrılır: Çalışkan ve tembel olanlar. Sanatçılar, tabii yazarlar, çok çalışkan insanlardır.

D.Ö.Y. – “Yüz: 1981″i çıkardığınız dönemde, “Ortalık, ekseninde insanın bulunmadığı, insanın araştırılmadığı, toplumsal dinamiğin odağında yer alan kentlerdeki dramların, çatışmaların göz ardı edildiği, günümüzden adeta kaçan, apolitik romanların istilasına uğramıştı” demiştiniz. Son birkaç yılda bu konuda bir değişiklik oldu mu? M.E. – Olmadığını düşünüyorum. Tabii istisnalar kaideyi bozmaz.

D.Ö.Y. – Yeni senaryo çalışmanız var mı? Var ise Yönetmen Mehmet Eroğlu’nu da tanıyacağız demektir! M.E. –Hayır, senaryo çalışmam yok; doğrusunu söylemek gerekirse yakın bir gelecekte olacağını da sanmam. Çünkü senaryo çalışmalarımın sonuçlarından pek memnun kaldığım söylenemez. Beni bundan sonra senaryo yazmam konusunda kolay kolay kimse baştan çıkaramaz. Dediğiniz gibi, bundan sonra yazarsam, yönetmenliği de soyunurum.

D.Ö.Y. –  Kusma Kulübü” çıkalı bir buçuk yıl oldu. Üç yılda bir kitap yayınlama kararınıza göre, bir buçuk yıl sonra ne okuyacağız? * Zamanımızın savaşları, sizin edebiyatınıza yansıyacak mı? Örneğin son dönemde Afganistan’da, Irak’ta yaşananlar… M.E. – Siz yazarların dediğine inanmayın. Üç yılda bir, bir kitap dedim ama, bu Kusma Kulübü ile 2 yıla, şimdi de 1.5 yıla düştü. Karaburun’da geçen bir aşk öyküsü diye tarif edilebilecek son romanım Düş Kırgınları, 2005 Eylül’ünde, belki de siz bu röportajı yayınlamadan önce çıkmış olacak. Sonra? Galiba 2006’ın Ekim’ine de şu anda üzerinde çalıştığım –adı henüz kesinleşmemiz- bir başka roman hazır olacak. Böylelikle sözümü üçüncü kez bozmuş olacağım ve kitaplarımın arasındaki zaman aralığı 1 yıla düşmüş olacak.

Ünlem Sanat Dergisi Ağustos 2005 Duygu Özsüphandağ Yayman