Söyleşiler

Mehmet Eroğlu,  yeni romanı ‘’Düş Kırgınları’yla’’ bizi bu kez, aşk, sevgi ve pişmanlık üçgeninde, sonu trajediye varan bir sürgün hikayesine davet ediyor.

Denizcan Karapınar – ‘’Düş Kırgınları’’, hayat ve birçoğumuz için onun bütünleyicisi olan acı ile kahramanın ve yazarın bir çeşit iç hesaplaşması mı? Diğer bir deyişle metin, zamanla ve Kuzey’in acıyı tekrar tekrar keşfiyle bir yerde bir çeşit iç hesaplaşamaya da dönüyor değil mi?Mehmet Eroğlu – Düş Kırgınları, aşk-sevgi ikilemi, aşınmaz bir pişmanlık, insanlığı seven bir kuşağın incelenmesi gibi değişik açılardan bakılarak tanımlanabilirse de son tahlilde, çıkmaz sokağı andıran bir yarımadanın ucunda gönüllü sürgününü yaşayan, kırgın bir erkeğin, Kuzey’in, kendine bakışının hüzünlü hikâyesidir. İnsan bakışlarını kendisine çevirince, kaçınılmaz olarak kendisiyle hesaplaşır. Daha doğrusu, kendini bilincinin neşteriyle doğrayanlar edebiyatın, romanların konusu olurlar. Trajik, dramatik olan hesaplaşma, çatışmadır. Bu açıdan, soruya, evet, Düş Kırgınları bir iç hesaplaşmanın da romanıdır diyebiliriz.

D.K. – Yan kahramanlarınızdan Sami, ‘’devrim yapamadık, iyi aşıklar olamadık’’ diyerek, belki de geride bıraktığımız otuz yılın her daim kaybettirdiği ‘’kayıp bir kuşağın’’ tutunamayışını, bu hazin kaybedişin, hayatın özüne baktığımızda henüz küllenmediğini fark ettiğimiz izlerini de taşıyan bir ironiyle özetliyor. Kanımca bizim kuşağımızın da tehlikeli bir tümörü olan bu şizofreninin sebebi neydi sizce? Kendi perspektifinizden bakarsanız neler söylersiniz? M.E. – Bizim kuşağın devrim yapamamasının en önemli nedeni, devrimin bir gençlik hareketiyle gerçekleşemeyeceği gerçeğidir. Devrim, üretim ilişkileri değiştirmek amacıyla ancak bir sınıfın –işçi sınıfının- öncülüğünde gerçekleşebilirdi. Türkiye’de 1965-1980 arasında gençlik, işçi sınıfının ideolojisini desteklemiş olsa da, işçi sınıfını yanına almadı; zaten alamazdı,çünkü üniversiteli gençlik küçük burjuva radikalizmini ve romantizmini aşıp, hareketi politik bir gerçekliğe dönüştüremedi.

D.K. – Romanı okudukça, yazmanın insan ruhunun acıyı eyleme dönüştüren antibiyotiği olduğunu bir kez daha keşfettim. Sizce de yazmak eylemi ,bir bakıma romanınızın nihai temelini oluşturmuş olan acıya karşı bir antibiyotik olarak mı nitelendirilmeli, yoksa söz konusu acıya daha da asi bir tavırla meydan okumak olarak mı? M.E. – Yazmak dediğimiz bu kışkırtıcı eylem kimi zaman başka hayatlara duyduğumuz özlemden, kendimizden farklı birisi olma hayalinden doğar, kimi zamansa hayatımızda bulamadığımız ilahiliği edebiyatta aramanın bir biçimi olarak önümüze çıkar. Yazmak bazen de günâhlarımızı bağışlatmanın, ruhsal arınmamızı sağlamanın etkin bir yoludur. Bildiğimiz şudur: Anılaştıramadığımız hayatlar eninde sonunda kendini yazdırırlar. Ancak burada dikkat etmemiz gereken nokta, bu boşalma, keşfetme ya da itiraf isteğinin kaynağında neyin yer aldığının belirlenmesidir.

Dikkatlice bakarsak kalıcı yazarların beslendiği kaynağın çoğunlukla acı olduğunu görürüz. Çünkü acı çekmek, bize insanları, nesneleri ve durumları, -en çok da kendimizi- duyumsayıp kavrama yeteneği verir. Aslında gerçek edebiyat bireyin çileli deneyimlerinden sonra acılı anılarını özümseyerek kişiliğini oluşturma safhasında ortaya çıkar. Yazar, hiç olmazsa hayatının bir bölümünü Golgatha’da geçirmiş olmalıdır. Çünkü gerçek edebiyatçılarla taklitçilerini birbirinden ayıran terazinin ölçü birimi -bizi gerçek kılan- ‘’ acıdır’’. Yazar, Dostoyevski gibi “yıkım ve kargaşadan doğan acıyı sevmeyi” öğrenmelidir.

D.K. – ‘’Düş Kırgınlarının’’ ruhunu oluşturabilecek, basit sorulardan biri: İnsanlık, varlığını sürdürebilmek adına mı acıya ihtiyaç duyuyor? M.E. – Hayır, ihtiyacımız acı değil, acıya duyarlılık. İnsanlık daha fazla insan olmaya, toplumsal vicdanın derinleşmesine ve romanın kahramanlarından, felsefeci İhsan’ın dediği gibi, “yeni erdemler keşfedilmesine” ihtiyaç duyuyor. Öte yandan acının bir çok erdemin kaşifi olduğu gerçeği de göz ardı edilmemelidir.

‘’Kapitalizmi insanlık onuru açısından içine sindirebilenler midemi bulandırmıştır’’

D.K. – Roman, hayata dair çözümlemelerin yanı sıra, kader, yalnızlık, acı, Tanrı gibi bir yerde insanlığın ‘’mecburiyeti’’ haline gelmiş kavramlara karşı da ,içten içe suçlamalarla bezeli. Kuzey’in acıyı ve Tanrıyı suçlamasının yanı sıra, sanki suçladığı acıdan öç alırcasına ‘’unutmamasının’’tek sebebi ‘’düş kırgınlığı’’ mı? Tabloyu kaç derece döndürürsek döndürelim eninde sonunda yine bir tutunamayışın portresi mi çıkıyor ortaya? M.E. – Ben olsam, tutunamayanlar yerine, trajik bir varlığın portresi derdim. Anlatılan öykünün kahramanı, ne kadar sevildiğini anlayamamış, kavrayamamış bir erkek. Aşkın sonunda karşılaştığı felaket, hayatın anlamsızlığını daha da belirginleştiriyor. Yazgıya karşı gelmek, değiştirmeye çalışmak ve çoğu kez yenilmek, tragedya kahramanlarını hatırlatıyor bana.

D.K. – ‘’Diken gibi batan zenginlikti’’. Bu tümce insanlığın virüsünü, savaşların, yeni dünyanın(!) ve onun düzenini, bazen satır aralarına gizlediğiniz bazen de kelimelerinizle çığlığa dönüştürdüğünüz acıları, devrimciliğin, zenginliğin kokusundan uzak durmanın aslında tüm insanlığa birer hizmet olduğunu ve bunlar gibi sayısız trajik gerçeği çarpıyor suratımıza sanırım. Bu virüsün, şizofren düzenin tek sorumlusu, bu virüsü ruhlarında taşıyanlar mı peki sizce? M.E. – Paylaşılmayan, tek elde ya da merkezde toplanan zenginliğin ahlak dışı olduğunu kabul etmek! Sorun bu. İhtiyacından fazlasını istemek ve bunu gerçekleştirmek, hele bunu başkalarının sırtından sağlamak en büyük ahlaksızlıklardan birisi. Bu yüzden Kusma Kulübü’nde şöyle demiştim. “Zenginlik yeryüzünden silinmeli, yok edilmelidir.” Buna sınıfsal bir kavganın sonucunda gerçekleşebilecek bir durum diyebilirsiniz. Ama meseleye insanlık ahlakı açısından bakarsak, kavgayı edebiyatta da sürdürmeliyiz derim. Benim ölçüm budur. Bu yüzden sanatçının gerçek muhalefetinin, hükümetlere ya da kurumlara karşı değil, sisteme karşı olması gerektiğine inanırım. Özetle, -sosyalist ya da komünist olun ya da olmayın- kapitalizmi insanlık ahlakı açısından içine sindirebilenler hep midemi bulandırmıştır; hele bunu edebiyatta yapanlar…

D.K. – Kahramanınızı mutluluğa inandırmayışınızın sebebi neydi? Bu tümceyi bir okurun eleştirisi değil fakat suçlaması olarak da algılayabilirsiniz. ‘’Düş kırgınları’’ Kuzey’in acısını, okura hissettirebilmek açısından da çok başarılı bir roman. Fakat yazdığınız acının türü zamanla insana değil, sadece hayvanın içgüdüsüne ait olabilecek bedensel bir sancıya dönüşüyor. Bu konuda ne söylemek istersiniz? M.E. – Düş Kırgınları’nda Kuzey’in asıl sorunu acı değil, hüzün bence. Acıyla baş edebilir, onu zamanla, öfkeyle, bazen de öçle yatıştırabilir, hatta tedavi edebiliriz. Tedavisi olmayan, hüzündür. Hüzün insanı ele geçirmeye görsün: Çürütür ve yok eder. Acı –içinde yok oluşu barındırsa bile- yaratıcıdır. Hüzün? Hüzün kendini kendi içine çekip yok eden bir girdaba benzer.

D.K. – Yarattığınız kahramanın, Kuzey’in ruhunun yargıcı var mıdır sizce?Kainata bakmakta, kopya çekmekte, hatta evrim teorisini günah saymakta dahi serbestsiniz. Yargılanamayacak acıları yazmak kaleminizin tanrısallığına nasıl sorumluluklar yükledi? Yazdığınız ‘’acı hikayesinin’’ altından kalkabildiniz mi?

‘’Aşk eninde sonunda bir ayrılıktır’’ M.E. – Düş Kırgınları’ndaki bir alıntıyı hatırlatmak isterim: “ Trajik suç, hiç kimsenin suçlanamayacağı bir suçtur. Bu nedenle de onlar için uygun bir yargıç yoktur…” Sanırım bu cümleye dayanarak beraat ederim. Ben aşık bir kadın ve seven bir erkeği yazdım; böyle hikayelerde suç yoktur; olsa olsa yazgıdan söz edebiliriz. Kuzey’le Şafak’ın karşılaşmasını kurgulayan hayattır. Hayata karşı elimizden ne gelir?

D.K. – Tanrıya ve onun varlığına dair bir çok çözümlemelerde bulunuyorsunuz. Bir anlamda tanrının tanrısallığını sorguladığınızı söylemek mümkün mü? Vietnam , Felluce, Bağdat, derken Tanrı sizce ipleri elinden kaçırdı mı? Yazar kimliğinizin‘’tanrının delirdiğini’’ düşünecek kadar Nietzcheci yönleri olduğunu düşünüyor musunuz? M.E. – Tanrı’yı değil, de Tanrısal olanı sorgulamak! İnsanların çocuğu olan Tanrı’yı, kutsallığını bir yana bırakıp, bir insanlık ideali olarak ele alırsak delirdiğini düşünmemizin hiç de garip bir yanı yok. Delirmese de, kulaklarının sağırlaştığını söyleyebiliriz. İsterseniz romandan bir alıntı yapalım.

“Günümüzde çevreye bakınca ne görüyoruz? Tanrı’nın kendisinin yarattığı dünyada bozguna uğrayışının, açık yenilgisinin izlerini. Kullarının yarısı açlıktan ölüyor; tok kulları, yarattığı hayvan türlerinin üçte birini yok etti; en soylu eseri insanlar birbirlerini boğazlıyor; insanlarının en güçlüleri, Amerikalılar bir Afganistan’da, bir Irak’ta, bir kerede en çok çocuk öldürme rekorunu art arda yeniliyorlar… ” Sanırım bu paragraf genel olarak durumu özetliyor. Tanrısallığın içinde ne varsa, kutsal olarak neyi önemsiyorsak, Tanrı’nın kulları onları yok etmekle meşgul.

D.K. – Şafak, Kuzey, Çiğdem’in oluşturduğu yok oluş üçgenini göz önüne alacak olursanız, ‘’Bazı kadınlar aynı zamanda bazı yalnızlıklardır da’’ dizesi ‘’Düş Kırgınları’nı’’ ne derece tanımlar? M.E. – Sevgiyi, aşkı ve pişmanlığı tanımlayan her şey Düş Kırgınları’nı da bir ölçüde tanımlar. Sorudaki dize, aşkın eninde sonunda ayrılık getirdiğine ilişkinse, buna katılırım.

D.K. – Mekan olarak neden Karaburun? Midilli, Sakız adaları ve harikulade doğa betimlemeleri… Ege ve yazdığınız coğrafyanın ruhu, betimlemeleriniz, Kuzey’in taşıdığı yalnızlık genini etkisiz kılmak için yazılmış olabilir mi? Her coğrafya, aşkı ve barındırdığı özgün acıyı farklı ve dayanılır mı kılıyor? M.E. – Karaburun, çünkü ben Karaburunluyum. Her yaz, İzmir Körfezinin önünde bir kalkan gibi duran bu Yarımadaya giderim. Karaburun’da güneş Tanrı’nın yarasından düşen bir kan damlası gibi batar Ege’ye. Oraya ne zaman gitsem Homeros’la, Şeyh Bedrettin’in son müritleri ile aynı yıldızları, aynı günbatımını seyrettiğimi düşünürüm. İnsan Kuzey Ege’ye doğru uzanan, ama çıkmaz bir sokağı andıran bu yarımadada kendini her zaman yalnız ve hüzünlü hisseder. Kuzey’in kendini gönderdiği sürgün için oldukça ideal bir mekandı.

D.K. – Kuzey neden’’ değerin değil, fiyatın önemli olduğu’’ bir düzende aşkı arıyor peki? O düzende ‘’fiyat aramayanların’’ sonu hep bir tutunamayışa mı çıkıyor? Zenginlik virüsü, duygular ve yürek gibi, onların sığınağı olan aşkı da soyutlaştırıp, tüketiyor bir yerde. Doğru mu? Yazdıklarınız, bir yerde düzen dizginlerini elinde tutan ahlaksızlığın da içyüzü çünkü… M.E. – Kuzey aşkı o düzende aramıyor. Kuzey’in aşık olduğu kadın, Şafak için, kitaptaki değişle,“değerin değil, fiyatın önemli olduğuna” inanan kadınlardandır diyemeyiz. Aksine, Şafak, gezgin olmak isteyen bir doğa delisi. Çiğdem’e gelince: Zengin olmakla, zenginlik iki ayrı şeydir. Zengin tavrı aşkı da yok eder mi diye soruyorsanız, “eder” diyemesek de, hafifleştirir diyebiliriz.

D.K. – Romanı yazarken, Kuzey’in ruhuna yerleşmiş yalnızlığının giderek daha çok ‘’nüfussuzluğa’’ dönüştüğünü düşündünüz mü hiç? Sanki Şafak ve Çiğdem konuştukça, Kuzey’in ruhuyla bedeninin birleştiği ufka nokta atışı yapılıyor. Ne dersiniz? ‘’Düş Kırgınları’’ aynı zamanda bir çeşit terk edilişin romanı da olabilir mi? M.E. – Terk edilişin de ve terk edişin de romanıdır diyebiliriz. Hangi kahramanın açısından baktığınıza bağlı. Ama Düş Kırgınları en çok sevme ve aşk açmazının öyküsü. Aşk acımasız ve kırılganken, sevgi esnek ve merhametlidir. Öyle ki bazen birisini sevdiğimiz ona acımayı bırakmamızla bellidir. İnsan aşıkken karşısındakinden, verebileceğinden fazlasını ister, oysa seven birisi sevdiğinin iyiliği için ondan vazgeçmeye hazırdır. Bu yüzden dram iki sevginin ya da iki aşkın karşılaşmamasından doğar çoğu kez. Düş Kırgınları bana sorarsanız en çok bu ikilemin ve pişmanlığın öyküsü.

‘’Yazar insanı araştırıyorsa kalemini bir neşter gibi kullanmalıdır’’

D.K. – Romanı bir kez daha özetlemek gerekirse; ne siyasal düzenin ne de yüreğinin devrimini gerçekleştirebilmiş bir alkoliğin, yani Kuzey’in ruhunu salt acılarıyla çıplak kılana dek yazmışsınız öyle mi? Sanki Kuzey’in kalbini yontup, biçimlendirmeniz sonucunda ortaya ‘’Düş Kırgınları’’ çıkmış. M.E. – Her romanımda ne yaptımsa bu kez de onu yaptım: Bir insanı yazdıklarımın odağına alarak, onu değişik açılardan aydınlatarak aydınlattım; içini deştim. Yazar eğer insanı araştırıyor ve ondaki insanlık durumlarını ortaya çıkarmaya çalışıyorsa, kalemini keskin bir neşter gibi kullanmalıdır. Belki bir şey eklemeliyim: Ben yazarken, -öyle dediysem bile- Kuzey’i hiçbir zaman alkolik olarak düşünmedim. İçki, romanda da söylenildiği gibi, “Yazgısına hükmedemeyenleri hiçliğin cennetine taşıyan gizemli bir ırmak” olarak kullanıldı. Sarhoşluğa gelince, Kuzey gibi “görüntüsüz düş görmek” isteyen birisi için bu gerekliydi.

D.K. –  ‘’Düş Kırgınlarını’’ okurun ruhunu önce soymaya, sonra da bıçaklamaya niyetli bir roman olarak nitelendirsem iltifat olarak mı kabul edersiniz, yoksa bir haksızlık olarak mı? M.E. – İyi roman okura, okurun yüreğine, ruhuna erişen, ona dokunandır. Bu bazen elle olur, bazen de bıçak gibi insanın canını acıtan sözler ve kurguyla.

D.K. – Aşk, acı, arayış, yalnızlık temaları üzerine kurgulandığınız, ya da hayatın kendini sentezlemesiyle kendini kurgulayan Düş Kırgınları’nın, Kuzey’in ruhundaki bir depremin enkazı altında kalıp, tamamlanamayacağı endişesini taşıdınız mı yazarken? M.E. – Hayır, hiç endişelenmedim. Çünkü ben romanı zihnimde bitirmeden, yani sonunu belirlemeden asla yazmaya başlamam. Düş Kırgınları’nı göreceli olarak kısa bir sürede yazdım diyebilirim: Ancak yazarken sarhoş gibi olduğumu söylemeliyim. Bir sarhoş, ağzına kadar kendisiyle doludur, ben de Kuzey ve öyküyle doluydum. Ben pek içmem; ama içseydim Kuzey gibi içerdim. Yazarken hep bu duyguyla ürperiyordum.

Cumhuriyet Dergi Eylül 2005 Denizcan Karapınar