Söyleşiler

Mehmet Eroğlu yeni romanı ‘Düş Kırgınları’nda, insanlığı şehvetle sevmelerine rağmen dünyanın kendilerine sırt çevirdiği  bir kuşağın hüznünü anlatıyor.  12 Mart darbesinin ODTÜ’de Öğrenci Derneği başkanıyken yakaladığı Mehmet Eroğlu’nun, sıkıyönetim mahkemesince yargılanıp 8 yıl ağır hapis ve 2 yıl sürgün cezasına mahkum edildikten sonra 1974’de genel afla mahkumiyeti ortadan kalktı.   1974’de eşinin hediye ettiği bir daktilo ile yazmaya başlayan Eroğlu’nun ilk romanı ‘Issızlığın Ortası’, 1979 Milliyet Roman Ödülü’nü kazanmasına rağmen 12 Eylül dönemini izleyen günlerde solcu ve anti – militarist unsurlar taşıdığı gerekçesiyle yayınlanmadı. İkinci romanı ‘Geç Kalmış Ölü’ de (1981) aynı akıbeti paylaştı. Eroğlu’nun romanları ancak 1984 yılından sonra okurla buluştu.  Bu romanları, ‘Yarım Kalan Yürüyüş’ (1986), ‘Adını Unutan Adam’ (1989), Yürek Sürgünü (1994), ‘Yüz :1981’ (2000), ‘Zamanın Manzarası’ (2002), ‘Kusma Kulübü’ (2004) izledi. ‘Sızı’, ‘Issızlığın Ortası’, ‘Tutku Çemberi’ adlı televizyon dizilerinin yanı sıra ‘80. Adım’ ve ‘Solgun Bir Sarı Gül Gibi’ adlı senaryoları da bulunan Mehmet Eroğlu şimdilerde Ankara Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nda düzenlenen yazma seminerlerinde ders veriyor. Yazarla geçtiğimiz günlerde çıkan yeni kitabı ‘Düş Kırgınları’ üzerine konuştuk.

Esra Okutan – ‘Düş Kırgınları’ ismi neyi simgeliyor? Mehmet Eroğlu  –    Kitabın odağındaki kişi bir düş kırgını. Öteki karakterler de daha değişik nedenlerle de olsa hep kırgın insanlar. Ve Anadolu’nun en uç noktalarından birinde, çıkmaz sokak gibi denize uzanan bir yarımadanın sonunda (Karaburun)  biraraya geliyorlar. Diğer yandan ‘Düş Kırgınları’ bir önceki kitabım ‘Kusma Kulübü’nde geçen bir sözcüktü. Ben bir romanı bitiriken diğeri hakkında bir fikir vermeyi seviyorum.

E.O. – Devrimciler için en büyük düşkırıklığı devrim yapamamış olmak mıydı yoksa ana karakter Kuzey’in dediği gibi ‘Devrimi hayattan büyük sandıkları için’ gün geldiğinde hayatın akıp gitmiş olduğunu görmek mi? M.E. – Eskiden ‘Devrimci’ denilen insanlar vardı şimdi böyle bir tanım kalmadı. Çok  hüzün verici bir durum bu. Adına ‘68 kuşağı deniyor ama öyle ‘68, ‘78 diye bölmek yerine şöyle düşünülebilir: Bir zamanlar dünyayı gerçekten değiştirmek isteyen, dünyaya aşık genç insanlar genç vardı. Ve bu insanlar kendi varlıklarını hiçbir karşılık beklemeden devrime, değişmeye, ütopik geleceğe sunmaya hazırdılar. Hem kitlesel, hem düşünsel olarak büyük bir güçtü. Şimdi bu güç bir hayal kırıklığıyla sonuçlandı. Devrim gerçekleşmedi. Onun ötesinde değiştirmeyi düşündüğümüz dünya tam tersi şekilde değişti. Değer yargıları, onları, oluşan yeni dünyadan çok farklı bir yere hapsetti. O yüzden düş kırgını oldular. O genç insanlar şehvetle insanları ve insanlığı seviyordu. Kendini suçlama yetenekleri vardı. Bu yetenek insanları vicdan sahibi yapar. Vicdan da bütün erdemlerin anasıdır.  Bu yetenek bugün var mı? Tartışılır. Ama toplumsal vicdanın ve toplumsal belleğin çok sığ ve belirsiz olduğu tartışılmaz. Bunların hepsini bir araya koydunuzda hepsi birer hayal kırıklığı ve düş kırgınlığı. Ama en büyük düş kırgınlığı şu: Bizim öfkeli bir bilincimiz vardı ama dünya sonradan bizim öfkemize ihtiyaç duymadı ve sırtını döndü. Bu çok dramatik bir durum. Halbuki o öfke, bir mızrak ucu gibi birçok sorunun üzerine gidilmesini sağlayan bir araçtı. O zaman bu tür insanların hayatlarının üzerine iri bir karanlık damladı.

E.O. – Kitapta şöyle bir cümle geçiyor ‘Acıyı aşındırmak için öfke yeterlidir ama hüznün ilacı yoktur’. Sizin için yazmak bir ilaç olmadı mı? M.E. – Tabii. Acıyı ve hüznü bu şekilde damıtabiliyorsanız, yaratıcılık için sonsuz bir kaynak oluşuyor.Ama bu hüznü kanalize edebileceğiniz birşey yoksa bu bir sorun. Benim açımdan yazmak hayattaki dengesizliği yeniden kurmak ya da denge varsa o dengeyi yeniden bozmak demek. Çünkü çok denge de, büyük bir dengesizlik aslında. 1974’den sonra bir büyük boşluk içindeyken, dengesizlik içindeyken, yazmak benim için büyük bir çıkış noktasıydı.Ama sadece yazarak yaşamımı sağlayamıyordum aynı zamanda mühendislik yapmak zorundaydım. Ama mühendislikte bir yere gelince yazarlığımı mühendisliğimin önüne koydum. Yazmak hayatımın bir iki defa değiştirdi. Dengeyi getirmek, bazen de var olan dengeyi bozmak anlamında.

E.O. –  Joseph Conrad sizi çok etkileyen bir yazar sanırım? M.E. – Bunlar aslında hepsi aynı damardan yazarlar: Dostoyevski Conrad Andre Malraux . Yazar olmanın iki yolu var. Birincisi iyi yazaraları okuyarak. İkincisi ‘büyük hayat’ yaşayarak. Kendi varlığını tehlikeye atarak hayatlarının belli bir dönemini bu şekilde geçirmiş insanların sonradan yazdıkları romanlar başka türlü romanlar oluyor. Bana hitap eden yazarlar bunlar. Romanın odağında her zaman insan var. Gerisi, bir insanın arkasındaki toplumsal sahneyi oluşturmak. İnsanın bir gölgeli alanı var.Bütün canlı türleri içinde en çok garip davranışlar gösterenler, insanlar. Kıyıcılıkla merhamet yanyana olabiliyor. Bu gölgeli alandan birçok trajik tema çıkıyor.

Birgün, Eylül 2005 Esra Okutan