Söyleşiler

Kuzey, Çiğdem ve Şafak. Bir kıyı kasabası.. Kırklarını çoktan geride bırakmış, etkileyici bir erkek, gençecik, birbirinden güzel iki kadın… Ve aşk! Mehmet Eroğlu’nun son romanı “Düş Kırgınları’nı böyle özetlersek ve de siz de yaşasın, toz pembe, şöyle romansı bol bir şeyler okuyacağım zannederseniz, öyle bir yanılırsınız ki…

“KİTAP OKUMUYORUM, YAZAR OKUYORUM”

“AŞK ROMANI DEĞİL, AŞIK OLAN BİR İNSANIN ROMANINI YAZDIM”

 “SEVMEK KOLAY, AŞIK OLMAK DAHA ZOR!”

Neye uğradığınızı şaşırsınız…

Bu yüzden sizi yanıltmamak için baştan söyleyelim: “Düş Kırgınları” bir Mehmet Eroğlu romanı. Bu ne demek mi? Bu düz, hafif, toz pembe, sabun köpüğü bir şeyler okumamak demek. Tam tersine, acı ve ölümle, pişmanlıklar ve öfkeyle, varlık ve yoklukla yoğrulmuş bir kitap demek. Ne yakın, ne de uzak geçmişinden kurtulabilmiş, içki ve iyilikle yoğrulmuş, sürekli kendisiyle (aynı zamanda dış dünyadaki haksızlıklarla da) hesaplaşan, karanlık bir erkeğin haykırışlarını duymak demek. Dahası, ona aşık olan kadınların çözümsüzlüklerini de okumak demek; ona göre!

Serpil Gülgün – Mulisch iki tip yazar vardır diyor. Bir, cümle yazarları. İki, kelime yazarları. Nabokov unutulmaz cümleler yazmış, iyi bir yazardır, Dostoyevski ise büyük yazardır diyor. Sizin kitaplarınızda aforizma diyebileceğimiz cümleler o kadar çok ki. Aşk şudur, cesaret şudur, Tanrı şudur gibi… Siz nasıl değerlendiriyorsunuz kendinizi. 1974’dan bu yana yazıyorsunuz çünkü. Mehmet Eroğlu – Neden bu tür cümleler yazıyorum? Racine, bir gün masasından sıçrayarak kalkmış ve “oyun bitti” demiş; “hani nerede” diye sormuşlar, o da burada, kafamın içinde diye cevap vermiş. Benim için de öyledir; bir, bir buçuk sayfalık bir özet yazdığım zaman roman bitmiş olur, ondan sonra, roman yazılması bitene kadar bir bütün olarak karşımda durur. Neden o saptamaları yaptığıma gelince; çünkü, benim ilgilendiğim konular daha çok trajik tema olarak adlandırabileceğimiz konular. Acı, hayat, ölüm, insanın bu gezegenin üstündeki konumu, bir anlamda, felsefeyle de akraba olabilecek ve insanın yaratılışının gölgeli alanlarında yer alan konular. Böyle olunca, sanıyorum, o tanımlar, saptamalar bir gereklilik oluyor ve romanın içinde sırıtmıyor, aksine romanı ileriye doğru götüren unsurlar oluyor. Beni etkileyen bütün önemli yazarlar da, cümlelerinin altı çizilerek okunacak yazarlardır. Mesela Conrad; Conrad’ı çok severim. Conrad, Schoendoerffer, Romain Gary, Castillo, Malraux, Oscar Wilde. Bu yazarları okuduğumuz zaman görürüz: Onlar bir meseleyi, bir cümle öyle bir şekilde özetlerler ki, size yeni bir pencere açarlar, başka bir bakış açısı getirirler. Sanırım, ben de bunu yapmaya çalışıyorum.

S.G. – Issızlığın Ortasında ve Geç Kalmış Ölü yayımlandığında yıl 1985’ti. Siz, Orhan Pamuk, Ahmet Altan ve Latife Tekin, dönemin genç yazarlarıydınız. 20 yıldan sonra kendinizi ve onları nasıl değerlendiriyorsunuz? Çünkü diğer yazarlar zaman içinde farklı türlere kaydılar. Siz de böyle bir değişiklik olmadı. Tür değiştirmediniz, hatta konu değiştirmediniz. Bekaa Vadisi’nde çarpışan devrimci tipi, 50’sini buldu şimdi. Kusma Kulübü’nün dışarıda bırakırsak… M.E. – Evet, “Kusma Kulübü’yle, belki biraz da, “Yüz, 1981’de, o ikisinde genel çizgiye aykırılık var.

S.G. – Hep bir hesaplaşma. Bunu neye borçlusunuz? Zamana uymamayı… M.E. – Herhalde ben oluşuma borçluyum. Ben, benim de ondan. Bunları yazıyorum, çünkü benim meselem bunlar.

S.G. – Meselesi olan yazar deniyor ya, bunun örneğisiniz. M.E. – Benim roman anlayışım her şeyden evvel insan odaklı. Bir eleştirmen arkadaşım öyle demişti: Eline bir neşter alıyorsun, neresini kesersen, oraya eğilip merakla bakıyorsun. Bu tabii, bazen okurları yoruyor olabilir. Ama benim roman tanımım şu; iyi bir roman her şeyden önce insanda varolan bir insanlık durumunu ortaya çıkarmaya çalışan romandır. Solla hesaplaşmamı 1975’te yaptım, ama solu terk etmedim. Hâlâ kendimi insanlık idealinin hizmetinde sayarım. Ama şu var: Öfkemi hep genç ve sivri tutmaya çalıştım. Hala her gün düzenli olarak yaptığım şeyler var. Yazmak, okumak ve günde yarım saat öfkelenecek veri toplamak…

S.G. – Bulmakta zorlanmıyorsunuzdur herhalde.. M.E. – Öfkelenecek çok şey var, doğru. Öfkelenmek, beni canlı tutuyor. Şunu söyleyeyim; geçen ay bir psikoloji dergisi için röportaj yaptım. Şöyle dedim: “En son unutan ben olacağım..” Ben bazı şeylerden asla vazgeçmeyeceğim ama eğer vazgeçeceksem en son vazgeçen ben olacağım. Çünkü 20 yıl önce hangi nedenlerle yazmışsam o nedenler bugün de geçerliliğini koruyor. Yazmak benim için hem kişisel bir uğraş ve süreç, hem de toplumsal bir eylem. Kendimi bu nedenle geride tutuyor, yazarlığımı öne alıyorum. Hiçbir zaman popüler olmak gibi sorunum olmadı. Tanrı da beni popüler olmaktan korusun.Çünkü popülerlik bir sanatçı için aşağılayıcı bir sıfattır. Popüler olmak için her şeyden önce orta kırat bir adam olmak lazım. Ben hayatımda uğraştığım hiçbir işte orta kırat bir adam olmayı hedeflemedim. İyi oldum, olamadım, onlar tartışılır, ama en azından yazarken hiçbir zaman okuru gözetmedim. Okuru gözetirsiniz, okuru mutlu edecek şeyler ararsanız, yapabilecekleriniz sonsuz. Üstelik de, ağır cümlelerimle bunu çok da iyi beceririm. Ama, öyle yapmadım. Conrad, Malraux, Schoendoerffer nasıl kendini sorgulayan, varlık bilinci edinen, kendine tehlikeli sorular soran ve serüvene yakın insanları romanlarının odağına aldıysa ben de aynı şeyi yapıyorum.

S.G. – Nasıl bir okursunuz peki? M.E. – Ben kitap okumuyorum. Yazar okuyorum. Çok uzun süredir, üstelik. Eskiden Komünist Partisi’ne girmek için teskiye verilirdi. Üç kişi, bu bizdendir, sağlamdır der, öyle grubun içine alınırdı. Benim de bir yazarı okumam için bir-iki kişiden teskiye almam gerekiyor. Bunlar kimlerdir? Mesela belli eleştirmenlerdir. Mesela, bazı öğrencilerim. Bin beş yüze yakın öğrencim oldu. Bunların içinde edebiyat zevkimizin ve hayata bakışımızın yakın olduğu öğrenciler var. Belki bir elin parmaklarını geçmez ama onların önerdiği romanları okurum, filmleri de görürüm. Onun dışında yeni birini okurken ödüm patlar. Şu nedenle: Hayatımız boyunca maksimum okuyabileceğimiz kitap sayısı, neresinden bakarsanız bakın, binlerle ifade edilebilir bir şey. Ben bin beş yüz kitap okuyanın kişinin elini öpmeyi öneriyorum. Ama, okuya bileceğimiz bütün kitapların yanında bin beş, iki bin, hatta dört bin kitap nedir ki? Bir hiç. Küçücük bir damla. O nedenle kitap okuma kontenjanımı çok bilinçli olarak doldururum.

S.G. – Bunu şundan sordum: Bizde yazarlar okumuyoruz diye yakınıyorlar hep. Ne birbirimizin yazdıklarını okuyoruz, ne de yeni yazarları okuyoruz, ne eskileri. M.E. – Benim eski ya da yeni diye bir kriterim yok. Bana, şu kitap sana uygun, senin tarzına, edebiyat zevkine uygun dedikleri zaman okuyorum. Polisiye okurum, bilim kurguya da bayılırım. Gençliğimizden Asimov. Sonra, Lem… Arada sırada oyun okuyorum. Çünkü bundan sonraki planlarım arasında oyun yazmak da var. Şiir… Duygulandığımız zaman yazdığım birkaç şiir dışında yok. Okuduğum şairler var. Ama, düzenli şiir okuyucusu olduğumu söyleyemem. Bir de şu var: Yazarların o kadar kendine ait bir dünyaları var ki, oluşturdukları o dünyanın içinde yabancılara çok az yer var. Bir yazar kendi damarından başkasını okumaya başladığı zaman başka pistlere kayabiliyor çünkü.

S.G. – Borges iyi yazar olmak iyi okur olmaktan geçiyor derken, bizde bazı yazarlar ben okumam, çünkü yazarım diyor. Ya da etkilenmemek için özellikle okumuyorum, diyor. M.E. – Verdiğim seminerlerin ilk dersinde, öğrencilere, size yazmayı öğretebileceğimi düşünüyorsanız el kaldırın diyorum. Sınıfın yarısından fazlası el kaldırıyor. Diyorum ki, ben size yazmayı öğretemem. Ama, siz yazmayı öğrenebilirsiniz. Peki, nasıl öğreneceksiniz? Okuyarak. Peki, nasıl okumanız lazım? Kitap değil, yazar okumanız lazım. Dolayısıyla, kişinin yazar olabilmesi ve yazarlığını geliştirebilmesi için mutlaka kendi kan grubundan, kendi damarından iyi yazarları okuması gerekiyor.

S.G. – Düş Kırgınları, bir aşk romanı. Ama bildiğimiz aşk romanlarından değil. M.E. – Aşk romanı! Evet, öyle denebilir. Ama aşk romanı yazmıyorum ben. Ben aşık olmuş insanı yazıyorum. Çünkü hep insan yazıyorum. Esas çabam, romanın odağına aldığım insanı kesip biçmek ve anlayıp, anlatmak.

S.G. – Kuzey, Şafak’ı kaybettikten sonra ona aşık olduğunu fark ediyor. Ama o zaman da çok geç… M.E. – Çoğu insan bir şeyin değerini genellikle yitirdikten sonra fark ederler. Kuzey’in dramı şu, Şafak Kuzey’e aşıkken, Kuzey Şafak’ı seviyor. Aşkla sevgi arasında fark var ve ikisinin bir ilişkide birlikte var olmaları sorun yaratıyor.Taraflardan biri aşıksa, karşısındakinin de aşık olmasını bekliyor. Aşk yerine sevilmek ona bir anlamda küçültücü geliyor. Eğer birine aşıksak onun da bize aşık olmasını istiyoruz, sevmesini istemiyoruz. Oysa, aşk çok yıkıcı bir şey.

S.G. – Sevmek daha zor değil mi? Aşık olursun, bu kolaydır, ama zor seversin, ya da sevmezsin. M.E. – Ama, Kuzey bütün hayatını kendini öne koyarak değil de hep başkalarını kendinden öne koyarak yaşayan bir neslin temsilcisi. Hiç, ben dememiş, hep, biz demiş, kendini gözetmekten, kendini öne koymaktan utanç duyan birisi.

S.G. – Utanç duymanın ötesinde bu adam mazohist ya,denecek bir geri çekilmesi var… Acı çekmesi filan. M.E. – Öyle olunca karşısındakini düşünmeden yaklaşamıyor, öyle olunca da aşık olunmuyor, seviliyor insanlar. Çünkü, kitabın sonunda,yazarın notlarında dendiği gibi, “aşk her şeyi alan ya da veren bir saltıktır. Sevecenlik, merhamet gibi duydular ancak dış çemberinde yer alır…” Düş Kırgınları, daha çok sevmek ve aşk ikilemi ve dostluk üzerine bir kitap.

S.G. – Düş Kırgınları’nda diğer romanlarınızda olduğu gibi gene ilginç karakterler var. Bacaklarını kaybetmiş Sami, Güneydoğu’yu aklından çıkaramayan Emin ve yarı insan, yarı yunus Fındık. Bir de kasaba var, Karaburun. M.E. – Fındık, tabur defteri…. Bunlar, yöresel olarak gerçek şeyler. Gerçekten Fındık İbram diye bilinen birisi var. Başka bir aile için tabur defterini tuttuğu söyleniyor. Mesela beni üç defa tabur defterine yazdıklarını söylediler. ( Çok uzun mesafeleri yüzdüğüm, geceleri saksafon çaldığım için). Garip, kuraldışı bir şey yaptığınız zaman tabur defterine geçiyorsunuz. Tarihe not düşmek gibi. O yarımadada şu adam bunu yaptı, böyle dedi diye yazıyorlarmış. Her yaz Karaburun’a giderim. Ailemin kökleri orada. Tabii, yöreyi çok iyi biliyorum. Coğrafyayı iyi biliyorum, insanlarını iyi biliyorum, yaşam ritmini. O yüzden orada geçen bir aşk hikayesi oldu.

S.G. –  Eski devrimci Kuzey, öteki romanlarınızdaki kahramanlar gibi gene zengin ve güzel kadınları çekiyor, onlara tutuluyor. Neden hep böyle oluyor? M.E. – Zengin kıza aşık olmuyor Kuzey.Zengin kız, yani Çiğdem, Kuzey’e aşık oluyor.

S.G. – Şafak işçi sınıfından bir kız da değil ama.. M.E. – Kuzey de işçi sınıfından değil ama. Benim anlattıklarım işçi değildi. Çoğu kentliydi. Kentli öğrencilerdi.

S.G. – Kuzey, Tanrı’dan işaret bekleyen bir eski devrimci aynı zamanda … M.E. – Kuzey, Tanrı’dan haber, işaret bekleyen bir adam. Şafak’la buluşmasını geciktirdiği için sitem ediyor Tanrı’ya: Malraux’nun deyimiyle, insanın yaradılışında hep bir gölgeli bir alan var. İnsan, mayasında iyilikle kötülüğün, kıyıcılıkla merhametin birlikte var olduğu, bazı kavramların tam zıddıyla beraber olduğu bir tür. İnsan neresinden bakarsak bakalım, garip bir tür; hem merhametli, hem kıyıcı. Hayvanlar da böyle değil. Onlarda kıyıcılık rasyonel bir davranış biçimi. İnsansa bir uçtan öteki uca gidip geliyor. O gölgeli alanı en iyi, Malraux’nun Altenburg’un Ceviz Ağaçları’nda, galiba, babasının 1. Dünya Savaşı’nda şahit olduğu bir zehirli gaz hücumunu aktarışı anlatır. Sanırım, Almanlar, Fransızların üzerine gaz püskürtürler, sonra da gaz maskelerini takarak gidip bakarlar. Gördükleri dehşet vericidir: Ayaklarını havaya dikmiş can çekişen atlar, domuzlar, yaban hayvanları ve çırpınarak nefes almaya çalışan insanlar… Alman askerleri bir müddet sonra, silahlarını atarlar ve can çekişen Fransızları sırtlayıp, koşarak temiz havaya doğru götürmeye çalışırlar. İşte, bu tür durumları yazdığınız zaman, yani insanın kendisini bu şartlar altında yargıladığı ya da değerlendirdiği zaman, karşısına hep Tanrı çıkıyor. Bu meseleleri, Tanrı’yı düşüncesini içine katmadan tartışmak mümkün değil. Bendeki Tanrı’nın kutsallığı yoktur. Tanrı’ya daha çok, insanın yarattığı bir sistem olarak yaklaşılır. Kusma Kulübünde Vicdan adlı karakter, “Biz Tanrı’nın çocukları değiliz, Tanrı bizim çocuğumuz ve biz doğurduk” diyordu.

Milliyet Sanat Eylül 2005 Serpil Gülgün