Söyleşiler

 “Aşkın Merhameti Yoktur”

Mehmet Eroğlu’nun bir kitabını okuduğunuz zaman diğer kitaplarını okumak istersiniz. Çünkü size mutlaka altını çizeceğiniz cümlelerle insanın derinliklerine ait hikayeler anlatır. Bir filmi seyreder gibi okursunuz romanlarını. Kahramanları ile birlikte ölür, birlikte acı çeker, birlikte aşık olursunuz. Son romanı “Düş Kırgınları”nda da bunu yapıyor Eroğlu ve okuyucuyu 68 kuşağından bir kahramanla aşkın sevginin, pişmanlığın ve dostluğun iç içe geçtiği bir filmi izlemeye davet ediyor.

Sinan Sülün – Kitap, kahramanınız Kuzey Erkil’den bir alıntıyla başlıyor “İnsan var olduğunu görmek için mi kendini anlatır, öyle ise susacağım…” Peki bir yazar var olduğunu görmek için mi yazar? Mehmet Eroğlu – Kuzey orada susmayı seçiyor ama tabiî ki yazarlar yazmayı seçiyorlar. Zaman zaman insan, varlığını bir yere yerleştirmek, kendini konumlandırmak için de yazar. Yazmak için bir sürü nedenden bir tanesidir bu. Sadece yazarak değil, yaratarak ve yarattığının kalıcı olacağı düşüncesine de kapılarak yaparlar bunu. Aslında varlığımızı kanıtlamamızın bütün sebebi bir gün ölüp gideceğimiz düşüncesine katlanabilmek. Bütün her şeyin gerisinde de bu düşünce var; bir gün ölüp gideceğiz. Eğer ölümsüzlük olsaydı ne din olurdu, ne sanat, ne de başka bir şey. Ölüm olmasa hayatımız çok yoksul olur ve bir sürü önemli şeyden mahrum olurduk. Çünkü hayata derinlik ve anlam veren şey eninde sonunda öleceğimiz düşüncesidir.

S.S. – Bir 68’liolan Kuzey şöyle diyor;”Devrim yapmamıştık, iyi aşıklar olmamıştık, bize ölmeyi bilenlerin kuşağı diyorlar ama biz ölmeyi bile becerememiştik.” 68 kuşağındaki bu hüzünlü ve romantik yenilmişlik duygusu nereden kaynaklanıyor? M.E.  – 68 kuşağı, yani bizim kuşak hayata, dünyaya aşık bir kuşaktı. Dünyayı değiştirmek istiyordu. Ama sonu hüsran oldu. Çünkü dünyayı değiştiremedik ve ne yazık ki dünya bizim istediğimizin tam tersi bir değişim yaşadı. Bu hüzünlü bir şey 68 kuşağının insanları sıra dışıydılar, naiftiler, romantiktiler. Şehvetli bir insan severlikleri vardı. Üstlerine vazife olmayan bir sürü kurtarıcılığa soyundular. Nerede bir sorun varsa, o sorunu kurtarıcılıkla anlamlı kıldılar. Kulelerde prensesler esir düşmemiş ama bunlar prenses kurtaracak şövalyeler gibi ortalıkta dolaşıyorlardı. Sonuçta ne oldu; sonuçta anladık ki dünyanın bizim öfkemize ihtiyacı yokmuş. Dünya bizim öfkemize sırt çevirdiği andan itibaren her birimizin üzerine bir karanlık damladı. Bu nedenle bizim kuşağımızın genel çizgisi hüzünlüdür. Hüzün acıdan daha kötü bir şeydir. Acı halledilebilir. Ama hüzün insanı bir kere ele geçirdi mi mutlaka küçük küçük yer ve yok eder.

S.S. – Kuzey geçmişin pişmanlıklarını ve acılarını katlanabilir yapmak için sürekli içiyor. Sizin için acının katlanabilirliğini ne sağlıyor? M.E.  – Sonuçta ben içki çok fazla içmiyorum. Benim için aşındıramadığım anılara ya da anılaştıramadığım pişmanlıklara katlanabilmenin tek yolu var, o da yazmak. Eğer yazmak olmasaydı dengesiz hayatımı bir dengeye getiremezdim. Ya da çok dengede giden bir hayatımı dengesizleştiremezdim.

S.S. –  Eğer yazmasaydınız Kuzey gibi olur muydunuz? M.E.  – Kuzey olur muydum, bilmiyorum. Belki olabilirdim. Ama bir rastlantı ve direnç meselesi. Çünkü unutmak için gönüllü bir sürgüne gitmek ve orada yaşamak da bir yöntem, yazmak da bir yöntem. Bazıları bunu yapabiliyor, bazıları yapamıyor. Yapanlarda ise bu illa yetenekli olduklarından değil hayat biçimi haline getirdiklerinde oluyor. Biraz güçlü, dirençli ve cesur olmak gerekiyor. Cesaret dediğimiz şey aslında, tehlike veya gerilim anında gösterebildiğimiz sabıra verdiğimiz ad. Bütün mesele bu. Bu durumda ben yazmayı seçtim. Ama şöyle söyleyeyim, bu tespitiniz doğru; Kuzey’i yazarken, ben acılarımı katlanabilir yapmak için içseydim nasıl biri olurdum diye düşünerek yazdığımı söyleyebilirim.

S.S. – İçki içmeden, yazmadan acılarımızdan kurtulamaz mıyız? M.E.  – Kurtulunabilir. Bazı yaşamlar roman gibi yaşanır. Yazmazsın ama bir roman kahramanı gibi yaşarsın. O zaman önemsemezsin. Bazı böyle sıra dışı insanlar vardır. Aslında hayatınıza nasıl bir son biçtiğinizle alakalı nasıl yaşayacağınız.

Lise son sınıftayken felsefe hocam sınıfta bir metin okumuştu. Harika bir şeydi. O kadar tutkulu ve öyle insanı içten kavrayan bir metindi ki çok irkildiğimi hatırlıyorum. Ders bittiğinde hocamın yanına gidip metnin yazarının kim olduğunu sordum. Söylemedi sadece ‘Çok önemli değil, 17 yaşında bir çocuk yazmış.’ dedi. Çok üzülmüştüm söylemediğine. Ben de içimden ‘Vay be, ben 18 yaşındayım adam 17 yaşında neler yazmış.’ dedim. Sonra benim üzüldüğümü görünce ‘ Ne oldu?’ dedi, ‘Ben de yazmak istiyorum’ dedim. ‘İyi’ dedi ve şunu söyledi; ‘hayatta gelebileceğin en üst konum bir ansiklopedinin sayfalarına sanatçı, bilim adamı, müzisyen ya da keşif olarak girebilmektir.’ Ben o andan itibaren ansiklopedilerin sayfasına girmeyi planlayarak yaşadım. Ne zengin olmayı düşündüm ne de başka bir şeyi. Tek düşündüğüm şey bir gün küçük bir yer de olsa ansiklopedilere girebilmekti. Sonra ertesi yıl üniversiteyi kazandım. Üniversitedeki kütüphanede sol literatürü karıştırırken felsefe hocasının okuduğu metinle karşılaştım. Marx’ın 1839’da, 17 yaşındayken, liseden mezun olurken yazdığı kompozisyonmuş. O zaman anladım hocamın niye söyleyemediğini. Hayatımı değiştiren, bir yazar olmaya karar vermemi sağlayan olay budur. Ondan sonra ben de buna göre yaşadım.

S.S. – ‘Aşk yüreğimizin en narin ürperişi’, ‘Aşk için en çok gereken sahiplenme duygusudur’, ‘Aşk imkansızı istemek değil midir.’ Kitapta bu cümleler gibi aşkın birçok tanımı karşımıza çıkıyor. Sizin aşk tarifiniz, bunların bir bütünümü, yoksa başka bir şey mi? M.E.  – Aşk üzerine bir düşünür şöyle demiş “Üzerinde söyleyebileceğiniz hiçbir şeyin saçma olmadığı tek konudur”. Aşk üzerine ne söylersen söyle gider. Aşk bence nedir; buna cevap verecek durumda değilim. Bu belki size komik gelecek ama aşıkla ilgili binlerce cümle yazmış bir yazar olarak bunu söylemek oldukça zor. Bir açıdan bakarsan aşk bir zorunluluktur, bir açıdan bakarsan Schopenhauer’un dediği gibi ‘Cinselliğin bize oynadığı bir oyundur’. Ama üzerinde en fazla spekülasyon yapılan, hayatımıza en gizemli ve karmaşık hale getiren kavramın aşk olduğu belli. Aşağı yukarı sanatın büyük bir alanında verilen eserler aşk üzerinedir. Pişmanlık, özlem bunların hepsi aşkın türevleri. Eninde sonunda, bakarsak aşk, en çok üreme içgüdüsünü ortaya çıkardığı için önemli.

S.S. – Aşkı belki tanımlayabiliyoruz ama neden aşık olduğumuzun cevabı yok… M.E.  – Evet. Birisi ile bir süre yan yana olursun sonra birdenbire onu özlediğini hissedersin. Bir süre sonra onun yerini bir başkasını koyamadığını fark edersin. Bir müddet sonra da – ki en korkunç olanı budur- ondan asla vazgeçemeyeceğini, onsuz asla olamayacağını düşünürsün. Bu süreç bazen bir ayda, bazen üç ayda bazen de iki günde kuruluyor. Bu nedenle ‘ ya buna nasıl aşık oldun’ veya ‘ niye aşık oldun’ gibi akıl yürütmeler aşkta pek mantıklı olmayan akıl yürütmelerdir. Nedenini bilmiyoruz ve sanırım hiç bilemeyeceğiz.

S.S. – Kuzey Şafak arasında sevgi ile aşkın çatışması yaşanıyor. Kuzey seviyor , Şafak aşık oluyor ve Kuzey sevdiği için fedakarlık yapıyor, onun varlığından vazgeçiyor. Sevgideki bu fedakarlık neden aşkta yok? M.E.  – Aşık olmakla sevmek arasında belirgin bir fark var. Birine aşık olmayı bir alev, bir ateş gibi düşünürsek sonunda yanıp yok olma var. Aşık mutlaka bir sona varmak istiyor, kendi benliğini karşısındakinin içine yaymak istiyor, karşısındakini sahiplenmek istiyor. Aşk ne sonuç doğurursa doğursun ben bu aşkı yaşayacağım diyorsan gerçek anlamda aşıksındır. Şafak böyle bir konumda. Ama Kuzey daha çok seviyor. Sevgi ise ise kendini karşısındakinin yerine de koyarak bakabilmektir. Aşık kişi sadece kendi açısından bakıyor ve durumu öyle değerlendiriyor. Halbuki seven insan karşısındakini olduğu gibi seviyor. Aşkta tutku daha hakimdir. Sevgi ise bazen vazgeçebilmektir, fedakarlıktır. Bu nedenle sevginin merhameti vardır ama aşkın yoktur.

S.S. –  Kitabınızı okurken kendimi bir filmin içindeymişim gibi hissettim. Kuzey’le Şafak terasta masada otururken ben de yan masada oturuyor, onların konuşmalarını dinliyordum… M.E.  – Bu bir yazar için büyük bir iltifattır, teşekkür ederim. Sizin yaptığınız tanımlamaya benzer birçok tanımlamayı sinemayla ilgilenen yönetmenlerden de duydum. Hatta bir iki tanesi filmi de çekmek istedi. Bunun nedeni “görsel” yazmayla ve kurguyla ilgili bir şey. Görsel yazmak yazarken resim görebilmektir. Bunun içinde sözcüklerle beynimizin üst kısmını bombardıman edip, imgeler ve resimler yaratmak gerekiyor. Görsel yazdığımın ve iyi kurgu yaptığımın farkındayım. Eğer ileride parayı ve zamanı denk getirirsem film çekmek istiyorum. İyi bir yönetmen olabileceğimi düşünüyorum çünkü hayatımda şimdiye kadar birçok yerde yöneticilik yaptım, filmde mi yapamayacağım. Üstelik belli bir altyapım, kurgu becerimde var. Ben yazarken filmi görüyorum ve ilerde yapacağım en önemli şey yazdığım gördüğüm romanların filmini yapmak olacak.

İSTANBUL ZİP Eylül 2005 Sinan SÜLÜN