“Annem hep neden bir aşk romanı yazmadığımı sorardı güzel oldu mu bilmem ama ben de yazdım işte”
MEHMET EROĞLU’NUN YENİ ROMANI “DÜŞ KIRGINLARI” BİR EYLÜL’DE OKURLARIYLA BULUŞUYOR.
İhsan Yılmaz – Genelde, politik içerikli romanlar kaleme aldınız. Bu kez aşk baskın bir tema olarak oraya çıkıyor. Mehmet Eroğlu – Yazı serüvenimde ana temam hep insana ilişkin ana sorunların araştırılmasıdır. Aşk da bunlardan biri. Aslında aşkla ilgili çok şey yazdım ben. Öğrencilerim kitaplarından aforizmalar çıkarmışlardı bir keresinde. O zaman fark ettim, Tanrı, ölüm ve aşk üzerine o kadar çok şey söylemişim ki. Bu kez sadece aşkın merceğinden bakarak bir insanın hüznünü anlatıyorum.
İ.Y. – Aşka yapılan bu zoom’un özel bir nedeni var mı? M.E. – Hayır yok da ben de neden aşk romanı yazmayayım ki? Benim neyim eksik? En çok da annem söylerdi, neden şöyle güzel bir aşk romanı yazmıyorsun diye. Güzel olup olmadığını bilmiyorum ama bir tane aşk romanı yazdım. Yine de benim burada yapmaya çalıştığım aşk ve sevgi arasındaki o ikircikli durumu irdelemekti. Büyük kente çok yakın olmasına karşın uzakmış izlenimi veren yalıtılmış bir coğrafyada bir öykü anlatmaktı istediğim. Ki ben o coğrafyada bütün yazlarımı geçiririm.
İ.Y. – Kitapta hemen her karakterin kendine göre aşkı tarifi var. Mehmet Eroğlu’nun aşk tarifi hangisi? M.E. – Şöyle bir söz vardır. Üzerine söylenen hiçbir şeyin saçma olmadığı tek konudur aşk, diye. Aşkla ilgili ne söylersen söyle bir yere denk geliyor, birinin aşk tanımına uyuyor. Çünkü çok kişisel bir tanım. Benim için geçerli olan birkaç tespit vardır. Bunlardan biri, “Aşk her şeyi alan ya da veren bir saflıktır, acıma ve sevecenlik gibi öteki duygular yalnızca dış çemberinde yer alır. Yani aşıksak karşımızdakine acımayız, sahip olmak isteriz. Sahip olma isteği de içinde şiddeti ve tutkuyu barındırıyor. Ne zaman biter? Sonrasını düşünmeye başladığın zaman. Yine kitaptaki tanımlardan birine göre bir yarısı rastlantıysa öteki yarısı, en azından edebiyat için bir temaysa, aldanıştır. Daha çok mutsuz biten aşkları yazdığımızdan böyle bir tanım da uygun olur edebiyatçı yanımız için.
İ.Y. – Peki sizin hayatınıza denk gelen tanım hangisi? M.E. – Aşk, yüreğimizin en narin ürperişidir. Bence böyle bir şey.
İ.Y. – Romanın iki ana karakteri 68li dava arkadaşları. O kuşağın aşka bakışı mı burada anlatılan? M.E. – Bizim kuşak dünyaya aşıktı ve dünyayı değiştirmek istiyordu. Fiziki bir ihtiras halindeydi bu. Bir aşk öyküsünde olabilecek her şey mevcuttu. Şehvetli bir insan severliği vardı bu kuşağın. 68’lilerin dünyayı değiştirme isteği bir hayal kırıklığı ve hüzünle bitti. Evet, dünya değişti ama bizim isteğimizin tam tersine. Beni en çok hüzünlendiren konulardan biri bizim çok saf, naif ama bilinçli bir öfkemizin olmasıydı. Bu öfke çok önemliydi. Sonra kendimizi suçlama yeteneğimiz vardı. Ama dünya bizim öfkemize sırtını döndü. Bu çok büyük bir hayal kırıklığı oldu, en azından benim için. Burada anlattığım bireysel olarak yaşansa da yine işte böyle hüzünlü bir aşk.
İ.Y. – “Tanrı’nın varlığını bedeniyle doğrulayan birisine akıl vereceğini ummak safdillik olur” şeklinde bir tespitiniz var. Güzel ama aptal olarak yorumladığınız bir kahramanınız için söylüyorsunuz bunu. Güzellerin gerçekten aptal olduğuna mı inanıyorsunuz? M.E. – Burada söylemek istediğim, güzellerin aptallığına dair değil, Tanrı’nın cömertliği ile ilgili. Yani Tanrı kimseye bu kadar cömert davranmaz. Akıllı bir varlığını bedeni ile doğrulamaz zaten. Güzel kadınlar bir kere güzelliğinin kanıtını asla aramazlar. Hele bir erkekte asla. İkincisi, hemen göze çarpan güzellik saf güzellik dediğimiz güzellik değil, güzelce olandır. Güzellik keşfedilmeyi bekler, bir kerede bütünüyle algılayamazsınız. Belli bir süre sonra ortaya çıkar.
İ.Y. – Bu sözünü ettiğiniz önemli olan ruh güzelliğidir şeklindeki aldatmaca mı yoksa? M.E. – Yok yok, o değil. Bazı insanlar sevmeye ruhtan değil bedenden başlar. Bir insanı ruhu için sevmek olumlu, bedeni için olumsuz gibi bir yaklaşımda fazla ahlakçı kaçar. Kitapta da böyle bir söz var zaten.
İ.Y. – Roman kahramanınız bir 68’li, yani 50’li yaşlarında ama aşık olduğu kızlar 25’inde. Nedir bunun arkasında yatan gerçek? M.E. – Aşk hikayesi olacak ve sonunda da mutsuzluk olacaksa araya engeller koymanız gerekir. Romeo ve Jülyet’te bu ailedir. Bir başka yerde çiftlerden birinin evli olmasıdır, Burada da yaş farkı. Onun dışında başka bir niyetim yoktu sevgilileri 25 yaşında seçerken. Her ikisi de 25 yaşında olsa el ele tutuşup giderler ve hikaye de romana dönüşmezdi. Bir de inzivaya çekilen roman kahramanını yaşama yeniden bağlayacak bir şeye ihtiyacım vardı. Onu da en iyi gençlik temsil ederdi.
YAZMAK İSTEYEN KİŞİ ÖNYARGILARDAN KURTULUP TABULARINI YIKMALIDIR
İ.Y. – UMAG’da yaratıcı dersleri veriyorsunuz. Yazmak gerçekten öğretebilir mi? M.E. – Yazmayı edebiyat olarak düşünüyorsak, öğretilebileceği kanısında değilim. Öğrenilebilir ama öğretilemez. Gelenlere ilk önce bunu söylüyoruz zaten. Öğrenmenin birinci yolu da okumaktır. Kitap okumayı değil. Yazar okumayı tavsiye ediyorum. Çünkü kitap okumak taştan taşa sıçramak, oburca yemek gibi bir şeydir. Okuyanı bir sonuca ulaştırmaz. İkinci olarak amacımız yaratma cesaretini kazandırmaktır. Üçüncü olarak da bir varlık bilinci vermeye çalışıyoruz. Bu da insanın biraz dışarıdaki bir noktadan bakabilme yeteneğidir. Çok zor yapılabilen bir şeydir bu da. Yazmayı değil ama yazarlığın nasıl bir şey olduğunu öğretebiliriz. Buna ilişkin ipuçları ve doneler veriyoruz. Bunları aştıktan sonra ikinci etaba geçiyoruz. Orada da konumuz kurgudur. Sinema ve edebiyat eserlerinde karşılaştırmalar yaptırarak kurguyu öğretiyoruz. Yani teknik bilgi veriliyor.
İ.Y. – Ne tür zorluklarla karşılaşıyorsunuz bu derslerde? M.E. – Karşılaştığımız en büyük zorluk insanların önyargıları ve tabularıdır. Kendine güvensizlik, ahlakçı olmak, utanmak bunların başında geliyor. Gelenlerin çoğu küçük burjuva kökenli olduğu için bir kent ahlakına sahipler. Mesela Bukowski’nin romanını çok seviyor, iyi tahlil ediyor ama kendi yazdıklarında insanlar sevişmiyorlar, yatmıyorlar. Birlikte oluyorlar. Okur kimliğinden yazar kimliğine geçemiyorlar. İyilik- kötülük mesela. Edebiyatta kötülüğün iyilikten daha çekici olduğunu öğretmeye çalışıyoruz. İyilik ve kötülük bakış açısına göre değişir, bunu kabul etmeleri zor oluyor.
İ.Y. – Hayatım roman benim, onu yazmak istiyorum diyen çok mu? M.E. – Öyle deyip gelenler de var, ciddi yeteneği olanlar da. Profesöründen öğrencisine kadar farklı yaş ve mesleklerden insan geliyor. Özellikle kadınlarda, şimdiye kadar başkaları için yaşadım, eşim çocuklarım, artık kendim için bir şeyler yapmak istiyorum diyerek gelenler de var. Az oranda da olsa yazan ama yazdıklarının nerede durduğunu test etmeye gelenler var. Bir de anılarımı yazacağım diyerek gelenler de var.
İ.Y. – Seminerlerden sonra yazar olarak kitap yayınlatan var mı? M.E. – Yirmiye yakın kişi var bizim kurslarımıza katıldıktan sonra kitap yayınlatan. Şöyle söyleyeyim, son üç dört yılın Yunus Nadi Ödülleri’ni alanların yarısı bizim öğrencimiz.
İ.Y. – 50 yaşınızdan sonra bütün enerjimi yazıya vereceğim diyerek her şeyi bırakarak başladığınız ders vermeye. Sevdiniz mi? M.E. – Tabii. Ankara’da sokakta dolaşırken her gün en az iki kişiyle karşılaşıyorum ve nasılsınız hocam diyorlar. Bu hocam sözcüğü de son beş altı yılda edindiğim yeni bir etiket oldu.
Hürriyet Pazar Keyfi Ağustos 2005 İhsan YILMAZ