Söyleşiler

Sevgi Serper – Çok satan yazarlardan olmayı istemiyordunuz ama son kitabınız bir ayda üç baskı yaptı. Hayırdır!

Mehmet Eroğlu – Demek üç baskı! Bunu bilmiyordum. Neyse, size inansam bile bu ne çok sattığımı ne de çoksatan bir yazar olmama istediğimden vazgeçtiğim anlamına gelir. Başıma gelenler olsa olsa beni mahcup etmek isteyen kaderin bir oyunudur derim. Şaka bir tarafa, hâlâ dediklerimin arkasında duruyorum: “Genel kabul gören bir eser en fazla ikinci sınıf bir üründür…”

S.S. –  Siz büyük hayatlar yaşamalı deyip, en tahammül edemediğiniz şeyin sıradanlık olduğunu söylüyorsunuz. “Belleğin Kış Uykusu”nda çoğumuzunki gibi sıpsıradan bir hayatı anlatıyorsunuz. Anlayarak, severek, gözeterek.  Günümüzde yaşadıklarına, sevdiklerine sadakat göstermek, sevgiyi aramak, değerini bilmek, vicdanlı ve erdemli olmak da sıra dışı mı oldu artık? M.E. – Sizce de öyle değil mi? Bence erdemli, vicdanlı olanlara dinozor denen bir çağda yaşıyoruz. Durum benim sandığım kadar ciddi olmasa da toplumsal belleğe romanla bir not daha düşmek de yarar var. Biliyorsunuz, çağımızın en kötü hastalığı olan ve ancak yakalandıktan sonra farkına vardığımız sıradanlığa karşı en güçlü aşı sanat ve aşktır. Bu arada ben kimseye büyük hayat yaşayın demiyorum. Zaten büyük hayat dediğimiz çoğu kez bizim istediğimiz değil, başımıza gelendir. Ben, sıradanlıktan uzak durun diyorum. Yüz:1981 adlı romanımın teması buydu.

S.S. – Sadık’ın acısına ve sevdiklerine gösterdiği sadakat, unutmayış erdemli olsa da onun dünyası çekirdekle, yakınları ile sınırlı. O büyük cehennemi yaratan da bu kapanışımız değil mi? M.E. – Doğru, cehennem, biz, başka varlıklara karşı duyarsızlaştıkça büyür. Hayatımızı alışkanlıklara, küçük haz mutluluklarına teslim ettiğimizde de katlanılmaz bir hal alır.

S.S. –  İnsanlığın kadim sorularını soruyorsunuz, hayat, yaşamaya değer bir hayat, özgürlük, vicdan, tanrı, korku, cesaret, sevgi, aşk, mutluluk, cinsellik… Mehmet Eroğlu bu sorulara yanıt bulduğu bir yerde mi? M.E. – Size bir sır. Bu soruların cevapları asla bulunmaz. Hem ben yanıt aramıyorum, yeni sorular bulmaya çalışıyorum: “Olduğumuzdan daha fazla insan olmak için yeni erdemler mi bulmalıyız?” Önemli olan da bu; yani, sorular. Hayatın, bilimin, insanların sırları asla cevaplarda gizli değildir. Önemli olan sorulardır. Doğru soruyu bulursanız nasılsa bir ya da birileri cevabı bulur.

S.S. –  Kahramanlarınız önceki kitaplarınızdan alıntılar yapıyor. Siz de anlatının kahramanlarından birine dönüşmüşsünüz. Kitapta kendinizle mi tartıştınız? M.E. – Yoo. Sadece kendimle biraz alay ettim, hepsi bu.

S.S. –  Hem G hem M sizi yani “yazarı” neden sever ve okur? M.E. – Siz hangi nedenle okuduysanız o nedenle. Benim bir kitabımı okuyan, ya beni bir daha okumaz ya da bütün yazdıklarımı okur: telefon rehberi yazsam bile.

S.S. –  Aklımızda yarattığımız cennet ve cehennem arasındaki bu tren yolculuğunda bize pek çok yazar, düşünür eşlik ediyor. Palyaço-Mefisto’nun kılavuzluk ettiği bir cehennem, erdemlerini kusarak hafifleyenlerin ulaşabildiği, gülümsemenin bile anlamsızlaştığı bir haz krallığı olan cennet. Bu kitap Dostoyevskisever yazarın İlahi Komedya’ya tersten bir naziresi mi? M.E. – Bu kitap, yaratıcılığın ve vicdanın kâşifi olan ruhsal acıya hak ettiği o kutsal saygıyı göstermeyi hedefleyen bir çalışma. Ben olsam, Belleğin Kış Uykusu’nu böyle tanımlardım.

S.S. –  Sizin kahramanlarınız kendileri ile hesaplaşmalarının sonunda neden küllerinden yeniden doğamazlar, hayatlarını değiştirecek adımları atamazlar? Kendimi Sadık’ın rüyasını çalmış gibi hissediyorum. Kitabın sonunda Sadık rüya gördüğünü bile hatırlamıyor, kendini didik didik eden hesaplaşmadan ona bir şey kalmadı. M’nin bilinçle yaptığı ve güçlendiği seçim yerine Sadık’ın vicdanla yaptığı seçimde, zaten olduğu yerde bıraktık onu. M.E. – Sadık küllerinden yeniden doğamadı çünkü vicdanı buna izin vermedi. Rüyasını hatırlamaması, romanın bir anlamda başladığı yere dönmesini sağladı. Hepimiz öyle değil miyizdir? Hem seçenekleri reddederiz hem de reddettiğimizi tekrar isteriz. Özgürlük, özgür olmak sanıldığından da zordur.

S.S. –  “Bir insan vicdanının izin verdiği ölçüde özgürdür.” diyor Nesrin, başka bir deyişle kişiliğimiz kaderimizdir. Bunu bile bile özgürlüğün ipini yakalamayı istemek trajedimiz mi? M.E. – Belki dediğimiz gibi trajedimizdir. Değilse, ikilemimiz olduğu kesin…

S.S. –  Kitapta utanç- ve suç- köklü sözcükler çokça kaleminize düşmüş. Nedendir? M.E. – Vicdanla yakından ilgilenirseniz konu ister istemez buralara geliyor.

S.S. –  Palyaço bir yerde, “Dostum hayatımızı şekillendiren gerçekler değil düşlerimiz olmalı.”diyor. Kitabınızı ütopya toplantılarının yapıldığı Karaburun’da yazmışsınız. Ne dersiniz, düşlerle aramız nasıl? M.E. – Yaklaşık on yıldır edebiyat ve yaratıcılık işliklerinde ders veriyorum. İki bine yakın öğrencim oldu. Hepsine şunu söyledim. “Hayatın değil, hayallerin gerçekleriyle hareket edin.” Bir de sık sık Einstein’ın şu sözlerini hatırlatırım: “Düş gücü, bilgiden daha değerlidir.”

S.S. –  Hayal ettiklerini ve istediklerini değil elde ettiklerine sahip olanlar hayatta bir kez yazgılarını değiştirmeyi isterler, diyorsunuz. Sizin Mefisto’yu çağırmak istediğiniz bir an oldu mu? M.E. – Bilmem; ben kendimi hayal ettiklerimin –hiç olmazsa bir kısmını- elde ettiğimi düşünüyorum. 17 yaşında bir ansiklopedini sayfalarında yer almayı düşlemiştim, sanırım bunu elde ettim. Elde edemediğim en büyük şey, devrim. Ama gerçek devrimden söz ediyorum. İktidardan değil.

S.S. –  Edebiyat mı hayatı taklit ediyor, hayat mı edebiyatı? M.E. – Bazen edebiyat hayatı taklit etmeli, bazen de hayat edebiyatı. Ama edebiyatla yapmaya çalıştığımız anasıyla babasının verdiği ömrü hayata dönüştürmeye çalışan insana bir fırsat vermektir. Çünkü sanat hayat edinme yolunda en güvenilir, en doğru kılavuzdur.

S.S. –  Parlak, peygamberce sözleri seviyorsunuz. Bu iyi edebiyatın gereği mi? M.E. – Bilmem. Belki “parlak” ve “peygamberce” demek yerine insanı, nesneyi ve insanlık durumlarını kavramaya çalışan, açığa çıkaran tanımlar ya da tespitler deseydiniz, cevabım hemen evet olurdu. Ben iyi ve kalıcı yazarların tümünde altı çizilecek sayısız cümle buldum. Bu açıdan -yazdıklarının odağına insanı alan, insan yaratılışının kıyıcılık ve merhametin birlikte yer aldığı gölgeli alanlarında boy atan temaları işleyen birisi olarak- soruyu bir iltifat olarak kabul ediyorum.

S.S. – Müziğin karakterlerden biri olduğu anlatılarda, keşke kitapla birlikte o şarkıların olduğu bir de cd verseler, diye düşünürüm. “Belleğin Kış Uykusu”nda da bunu çok istedim! M.E. – Kolayı var. Adı geçen parçaları bulabilir ve art arda dinleyebilirisiniz: Lester Young’dan  My Little Sued Shoes; Jules Massenet’in Thais’inden Meditasyon, Ella Fitzgerald’an My Man, Brahms’dan Keman Konçertosu benim ilk aklıma gelenler…

S.S. –  Dipnotlar okurla anlatı arasına giren yabancılaştırma efektleri gibi. Üstelik ortalama okurun bileceği sözcüklere konmuş. Romanda dipnotları sevmediğim için beni rahatsız etti doğrusu, sizce gerek var mıydı? M.E. – Bence var. Zaten çok dipnot yok. Mesela. Piano mobile’nin anlamı kaç kişi bilebilir? Ya da Anna Karenina’nın ilk cümlesini kim hatırlar? Bunların anlamını ve ne olduğunu dipnotla vermezsek okur metindeki espriyi ya da açılımı çıkaramaz diye düşünürüm.

S.S. –  Kitapta, iyi yazarlar ansiklopedilere gömülmek isterler, diyorsunuz. Bir filozof, yazarların ikiden fazla kitaba imza koymamalarını, eserin, yazarın ismiyle değil kendi değeriyle okuyucusunu bulmasını öneriyordu. Bu öneriye ne dersiniz? M.E. – Değeri olan eserin yaratıcısı da değerli olur. Ama fikir, yazar eser dengesi açısından hiç de fena değil. Bu bana Moby Dick’de Peder Mapple’ın ünlü vaazını hatırlattı. “Yuh, iyi olmayı, iyilikten üstün tutana…”

S.S. –  Yazarlarımız piyasa koşullarına teslim olup görsel ve yazılı basında durmadan boy gösteriyor, eserlerinin önüne geçiyorlar. Bu kadar görünürlük gerçek okurlarda tepki yaratıyor diye düşünüyorum. Kaçarı yok mu? M.E. – Bu soruyu yanlış birisine sorduğunuzun farkında olduğunuzun umuyorum. O tanıma girenlerden olmadığımı biliyorsunuz. Yine de şunu söyleyebilirim. Eserinin önüne geçen yazar, bunu yazdıklarının içini dolduramadığında çaresizlikten yapar. İçi boş olunca, ambalajla göz boyamaya kalkışmak gibi. Büyük hayattan roman olur; küçük hayattan ise sadece reklâm spotu çıkar. Nietzsche’nin “Pazaryerinden ve şöhretten uzakta oluşur bütün büyük ve değerli şeyler,” dediğini hatırlamakta yarar var.

S.S. –  Siz iyi yazar olmak için bir büyük hayat yaşamalı, iki çok okumalı diyorsunuz. Büyük hayat yaşamak, hayatımızın bir döneminde yaşayıp bitireceğimiz sonra da semeresini toplayacağımız bir şey midir? M.E. – Aslında tam olarak öyle demiyorum; belki düşüncelerimi şöyle özetleyebilirim: Yazmak için olmazsa olmaz olan, okumaktır. Hem de kitap değil, yazar okumaktır… Buna bir de büyük hayat eklerseniz, işte o zaman sizi ben de okurum. Büyük hayat, cesarete benzer, yokluğundan dolayı kimseyi suçlayamayız ama varlığı -tıpkı ikinci bir yürek gibi- yazdıklarımızı besler, zenginleştirir… Büyük hayat –ya da serüvene yakın bir yaşam- dediğimiz, başımıza geldiğinde çoğu kez bir yıkımı andırır. Üstesinden gelebilirsek, bunu yaratıcılığımız süsleyen, zenginleştiren bir olgu olarak kullanabiliriz.

S.S. –  “Ben yazarın bir misyonu olduğuna inananlardanım, benim yazma eylemim o taraftan başlıyor. Yani benim kaynağım bu insanlık sorumluluğundan doğuyor.” diyorsunuz. Sorumluluk yazmakla mı sınırlıdır, yazarın sorumlulukları nelerdir? M.E. – Tabii ki toplumsal sorumluluk yazmakla sınırlı değildir ama yazarın yapması gereken yazarak toplumsal farkındalığı arttırmak, var olan eşitsizliği belirgin hale getirmek, yaralarını kanatarak ortaya çıkarmaktır. Yazar kışkırtıcı olmalıdır, hayatının bir bölümünü mutlaka Golgatha’da geçirmiş olmalıdır ki acının değerini bilsin.

S.S. –  Sizin en sevdiğiniz, kitaplar, müzikler ve filmler… M.E. – Bunun için isteyenler öğrencilerimin hazırladığı web sitesine ( www.mehmeteroglu.info ) girip önerilen okuma listesine bakabilirler.

Kedi Dergisi Aralık 2006 Sevgi Serper