Söyleşiler

Erdem Öztop – Mehmet Bey, sizin romanlarınızın us’a düşüş anları bir hayli metaforik olur. Örneğin bundan önceki romanınız Belleğin Kış Uykusu’nda hikâye, denizde yüzerek açılırken, elinizin kayaya çarpması ve acıyı hissedişinizin ardı sıra dönüş yolculuğunda oluşur. Yeni romanınız Mehmet, Fay Kırığı’nın hikâyesi nasıl ortaya çıktı peki?

Mehmet Eroğlu – Romanın odağında hep insan olmalı… Bu tespite benim roman anlayışımın temelidir diyebiliriz; yazarken romanı bunun üzerine inşa ederim. Romanda göz önünde tuttuğum ikinci önemli ilke, “insan yaratılışının gölgeli alanları”nda boy atan temalarla ilgilenmektir. İnsan ve insan yaratılışının gölgeli alanları: Bu iki unsur bizi trajik insana götürür: yazgısını değiştirmeye çalışan, yaptığı seçimle hayatı karar anına sıkışan insana. Bu tür insanlara uçurumların başında rastlarız. Öte yandan insanı yazarken onu tek başına ele alamayız; içinde bulunduğu şartlarla birlikte inceleriz. Çünkü insan büyük ölçüde kendisini çevreleyen maddi şartların ürünüdür. İşte bu açılardan bakarsak, toplumlar da, ülkeler de tıpkı insanlar gibi uçurumun kenarındaki trajik roman temalarına dönüşebilirler. Toplumumuz uzun bir zamandır sıra dışı çalkantılar, dönüşümler geçiriyor. Neredeyse yirmi beş yıldır süren savaş, kendini dini vurgularla açığa vuran derin bir kültürel bölünme ve tabii zengin yoksul mücadelesi. Bu gerçekler insanlar ve ülkeler için kötü olabilir, ama edebiyat için iyidir. Çünkü yazma eylemine zengin bir kaynak oluştururlar. Özetlersek, Fay Kırığı gibi nehir romanı yazmamdaki neden budur. Trajik insanları anlatırken, Türkiye’nin panoramasını da çizmek. Bunu resmi tamamlamayı neredeyse 1994’den beri düşünüyordum. Bu isteğin ip uçları eski romanlarımda da izlenebilir. Yürek Sürgünü adlı beşinci romanımda da türban sorunu ve politik İslam’ın üzerinde durrmuştum.

E.Ö. – Fay Kırığı üçlemenin ana eksenine bakıldığında kırık olan fayın metaforik açılımını sizden rica ediyorum… M.E. – Aslında fay sözcüğü kendi başına kırık anlamını taşıyor. Ama konu yerbilimi olunca, fay kırığı deyimi sonunda deprem yaratacak kayma yüzeyi anlamına geliyor. İkiye bölünen yer kabuğu çatlak boyunca ters yönlere hareket etmek istiyor, bunun sonucunda da fay kırığında büyük bir gerilim yani, enerji birikiyor. Toplumumuz bugün şiddetli gerilimler yaşadığı bazı kırıklarla bölünmüş halde: Türk-Kürt çatışması, Laik-Müslüman bölünmesi ve her iki gerilime kaynaklık eden üçüncüsü, zengin-yoksul sınıf ayrımı. Belki bir noktayı işaret etmeliyiz; sırası geldi. Her fay eninde sonunda bir deprem, sarsıntı üretir. Sorun, bu sarsıntının büyüklüğünün ne olacağı. Depremin şiddetini, yıkıcılığını fayın kaç parçada kırılacağı belirliyor: Tek seferde kırılırsa yıkım çok büyük olur. Bu nedenle bizlere düşen gerilimi azaltacak yollar bulmak. Sorunu edebiyatla çarpıcı bir şekilde ortaya koymak farkındalığı arttıracağı için önemli diye düşünüyorum.

E.Ö. – Kırılan ve çatlaklar oluşturan noktalar Türkiye’de gün geçtikçe artıyor… Bir yazarın meselesidir bunları yazmak… Türkiye’nin gelinen noktadaki rahatsızlık veren halleri üzerinde durursak peki? M.E. – Yazarın görevleri arasında insanı araştırmanın, onda var olup da henüz adı konmamış insanlık durumlarını keşfetme kaygısının yanı sıra, kahramanlarının önünde durduğu fonun resmini çizmek de olduğunu düşünürsek, toplumun görünüşünü önem kazanıyor. Bugünkü fotoğraf hepimizin malumu. İster kabullenelim, istersek yadsıyalım ama faylardan ilki olan Kürt sorunun bir kimlik sorunu olduğu artık apaçık ortada. Çatışma, ya tarafların katılımı ve uzlaşmasıyla çözülecek ya da iki taraf içinde bir yıkımın sonunda, dış güçler tarafından bir çözüm dayatılacak.  Liderlere düşen görev, taraflarca kabul edilecek bir uzlaşmayı sağlamak. Ama bu da yetmez, sonraki adım bu çözümün toplum tarafından kabul edilmesini sağlamak da gerekiyor. Laik-Müslüman sorununa gelince bu çatışmanın köklerinin Cumhuriyetin başlarına uzandığını düşünüyorum. Cumhuriyet ve Cumhuriyet dönemi entelejanzası yüzlerce yıl boyunca İstanbul’da yorumlanan İslamiyet’i Anadoluya, taşraya terk etti. Bugün karşımızda Orta Anadolu kökenli, erkek bakışıyla yorumlanan bir Müslümanlık var. Büyük kentlere göç, taşrayı da, dinin bu yorumunu da kentlere taşıyor. Ama dramatik olan bu kesimin henüz kendilerine özgü bir estetik anlayışı yaratamamış olması. Aslında sosyolojik açıdan Müslümanlar’ın zenginleşmesi o kadar da kaygılanacak bir şey değil. Zengin Müslümanın taşradaki Müslümandan daha demokrat olmasını bekleyebiliriz. İronik ve dramatik olansa toplumun asıl temel çelişkisi olan zengin-yoksul çatlağının unutulmuş olması, az önce sözünü ettiğim öteki iki sorunun ardında kalması.

E.Ö. – İsimlerden alt başlıklar oluşturuyorsunuz üçlemeyle; Mehmet, Emine ve Rojin. Neden? M.E. – Fay Kırığı Üçlemesinin ilk kitabı olan Mehmet bir anlamda giriş romanı. Romana adını veren Mehmet Esen 1993-94 yılları arasında Hakkari’de savaşmış, askerliğinden sonra on yıl boyunca hiçbir işte dikiş tutturamamış, hayatıyla ilgili küçük  hayalleri olan birisi. Yani, çevremizde rastladığımız sıradan insan. Emine ise zengin ve muhafazakar bir ailenin dini hassasiyetlerle ve modernleşme arasına sıkışmış kızı. Rojin ise Mehmet’le aynı dönemde Hakkari’de ona karşı savaşanlar arasında yer almış eski bir Kürt eylemcisi.  Üçü de ülkedeki fayların üstünde yaşayan kişiler…  Üçlemenin bu adları taşıyan romanlardan oluşmasının nedeni kısaca bu.

E.Ö. – Sizinle Belleğin Kış Uykusu’ndan sonraki sohbetlerimizde, Kürt sorununa ilişkin bir roman yazmak istediğinizden söz ediyordunuz. Fay Kırığı üçlemesinin son kitabının adını duyunca, Rojin, demek bu konuya son ciltte ağırlıklı eğileceğiniz anlaşılıyor… Laik-Müslüman çatışması ekseninde bir aşk öyküsünün bunun önüne geçmesi ve hikâyeyi üçleme haline dönüştürme sebepleri neler? M.E. – Üçlemenin bu sırada yayınlanacak olmasını romanlardan birisinin öne geçmesi ya da  ötekinin geride kalması olarak adlandırmak yanlış olur. Tasarlanan üçleme bir anlamda size sözünü ettiğim o ilk romandan doğmuş öyküler. İlk roman Rojin’deki kahramanların on iki yıl sonraki durumları anlatılıyor Mehmet ve Emine’de.  O romanda –yani, birkaç yıl önce- tespit edilen gerçekler gerçek hayatta öyle çabuk gerçekleşti ki, bunları 4-5 yıl ertelemek anlamsız olacaktı.

E.Ö. – Belleğin Kış Uykusu’nda Bay M.’ydi kahramanınız ve maziye yol alıyordu… Geçmişiyle hesaplaşıyordu, onunla, geçmişiyle sadakat tartışmasına giriyordu… Yeni romanınızdaki Mehmet de geçmişini unutmak derdinde! Karar anı, bu kez gelecek üzerine inşa ediliyor, yanılıyor muyum? M.E. – Mehmet, sınıfsal konumuna uygun olarak önüne gelen fırsatı değerlendiriyor ve seçmek durumunda kaldığında kendini seçerek geleceğini şekillendiriyor. Bunda da çok garip bir durum yok. Zenginleşme olgusunun ardında her zaman fırsatçılığın yattığını biliyoruz. Mehmet ile Belleğin Kış Uykusu’nun kahramanı Bay M pek birbirlerine benzemiyorlar. Mehmet, tipik bir kentsoylu gibi, güçlü olanla işbirliği yapıyor.

E.Ö. – Unutmak ihanettir. Unutmak; sizin son dönem yazınınızda hesaplaşmaya gittiğiniz, daha doğrusu eleştirdiğiniz ana tema olarak görülebilir mi? İnsan belleğinin unutmayı yaşamında düstur kabul ettiği bir dönemden geçiyor ülke, ne diyorsunuz? M.E. – Evet, keskin bellek, unutmamak, başkalarını acılarına duyarlılık gibi özellikler bizi her zaman vicdana götürür. Toplumumuz vicdanının sığlaşmasının ardında zenginleşme arzusu yatıyor. Herkes Mehmet gibi kendini seçiyor.

Fay kırıklarından biri zenginlik! Yani, ‘bu gezegenin üstündeki en tehlikeli hastalık.’ Yok edilmesi şöyle dursun, Türkiye’de kol kanat gerilip her yanı saran bir yapı halini alıyor… En tehlikelisi de romandaki Kadıoğulları’nınki cinsinden… M.E. – Aslında Üçlemenin ilk kitabında tartışılan konularda birisi de zenginlikle Müslümanlığın ne denli bağdaştığı. Bugün baktığımızda ne görüyoruz? Zenginliği seven tarikatlar, tarikat şeyhleri; saray gibi evler, zenginliğin bir yaşam biçimi olarak kabul edildiği bir düzen. İşçi hakları, yoksulluk gibi sorunlar karşısında hem İslami sermaye hem de Laik burjuvazi aynı biçimde davranıyor. Roman kahramanlarından birisi olan ve müslüman Kadıoğulları ailesinin büyük oğlu Yakup Kadıoğulları’nın müslümanlara yönelik isyanı da bu tutuma yönelik.

E.Ö. – Akademisyenler tarafından çok tartışılan bir konu; burjuvazinin yeniden yapılandırılması, hatta yeniden inşa edilmesi! Romanda da bu tartışma söz konusu aslında, iktidara yakın kesimlerce oluşturulmaya başlanan Müslüman bir yapıdan oluşan bir burjuvazi! Asıl tehlike de bu ve siz bunun farkındalığını ortaya koyuyorsunuz… M.E. – Tarihsel olarak bakıldığı zaman 19. Yüzyılda tarikatların, Avrupa’da ortaya çıkan sanayi devrimi etkisiyle fakirleşen toplumda Batı karşıtı ekonomik görüşler geliştirdiği ve zenginleşmeyi önemsiyerek öncelikli hedefleri arasına aldığını görebiliriz. Özellikle de Nakşibendilerin Gümüşhanevi kolu. Bu hareket, Cumhuriyet döneminde tarikatların kapatılmasına rağmen 2. Dünya savaşından sonra tekrar güç kazanmış, iktidara talip olmuş ve özellikle Özal’dan sonra da iktidarın tepesini nerdeyse sürekli elde tutmuştur. Bir tarikatlar koalisyonu olan Refah Partisi’nin ana hedefi sanayileşmeydi çünkü ancak bu yolla karşı olduğu Batıya üstünlük sağlayacağını düşünüyordu. Oysa Refah Partisinden kopan AKP’nin sanayileşme gibi bir sorunu olmadığı gibi Özal’la başlayan uluslararası kapitalizmle entegrasyon hareketinin gönüllü bayraktarlığını yapmaktan da geri durmuyor. AKP’nin sınıfsal tabanını oluşturan Anadolu Sermayesi’nin Refah Partisini terk etmesinin ardında da bu yatıyor: Uluslararası sermaye ile bütünleşme isteği. Anadolu Sermayesi eleştirdiği Cumhuriyet döneminde zenginleşti ve şimdi İstanbul Sermayesi ile iktidarı paylaşmak, hatta tümüyle ele geçirmek istiyor. Ama uluslararası olmak için önce Metropollü olmak gerekir. Romandaki Kadıoğulları da Plevneli Holding’i alarak bunu sağlamaya çalışıyor.

E.Ö. – Diğer yanda da Plevne Holding’in ele geçiriliş süreci romanda önemli yer tutuyor! Müslüman burjuvaziye dayanamama sebepleri direnç kırıklığı değil, aslında hayatlarındaki geçmişin peşine düşmeleri… İşi hiçe saymaları… Bu tezatlığı nasıl değerlendirirsiniz? M.E. – Aile şirketlerine kapitalizmin ilk evrelerinde sıkça raslıyoruz. Bu şirketler aile bireyleriyle büyüyorlar ama yönetim ikinci, üçüncü kuşağa geçince sorunlar başlıyor. Fikir ayrılıkları, yöntem farklılıkları, ayrı dünyalara ilgi duyma; bu tür gelişmeler uyumu bozuyor. Aile birkaç nesildir zenginse yeni kuşaklar çalışmaktan çok zenginliğin tadını çıkarmaya koyuluyor. Oysa Anadolu kökenli sermayede henüz zenginliğin türevi olan hayattan haz süzme bahsi açılmamış.

E.Ö. – Tam da bu noktada aşk, hikâyenin ana noktasına yerleşir… Aşkın birleştiriciliği üzerine gidilir… Çözüme giden yolda, asıl tıkanma burada yaşanır… Simin karakteri ve peşine düşülen haz yolculuğu önemli etkendir bu yaşananlarda… M.E. – Hayatın sırrının gereklilik ve rastlantı olduğuna inanırım ben. Aşk da böyle bir şeydir. Üçlemenin ikinci kitabı Emine’de pek de olası görünmeyen bir aşka tanık olacağız.

E.Ö. – Fay’ın Kırılması, Mehmet’in gelişiyle başlar… Mehmet’in geliş tarihi Attilâ İlhan’ın cenazesi töreninin yapıldığı güne denk gelir… Bu bir tesadüf müdür? Ustanın sizdeki yeri düşünüldüğünde… M.E. – Attila İlhan yazdığım ilk romanımı ilk kez okuyan ve bana ileride iyi bir romancı olacağımı söyleyen kişidir. Ayrıca benim hayatımda önemli rol oynayan, “bir insanın hayatta elde edebileceği en üst konum bir ansiklopedide yer almaktır. Ansiklopedilerde asker, devlet adamı ya da politikacı olarak yer alanlar, oraya sanatçı, bilim adamı ya da kaşif olarak giremeyenlerdir,” diyen felsefe hocamın da kardeşidir. Romandaki raslantı sadece raslantıdır.

Cumhuriyet, 2009 Erdem Öztop