Türkiye solcuları grevci işçilerin oruç da tutabileceğini düşünmezdi. Fay Kırığı Üçlemesi’nin ikinci kitabı Emine’yi okurlarıyla buluşturan Mehmet Eroğlu, romanında siyasal İslam ve solu tartıştırıyor. Eroğlu, “Belki solcular dindar olmak zorunda değil ama Allah’a inanmak solcu olmaya engel değil,” diyor.
Issızlığın Ortasında, Yarım Kalan Yürüyüş, Adını Unutan Adam, Kusma Kulubü ama ille de Yüz:1981. Tanıyanların sevdiği, sevdikçe vazgeçemediği, vazgeçmedikçe de tutkuyla bağlandığı bütün kitaplarını okumak için kitapçı raflarını aşındırdığı bir yazarın, ilk aklıma gelen eserlerinin isimleri bunlar: Mehmet Eroğlu’nun. İlk romanıyla Orhan Kemal Ödülü’nü kazanan, ancak darbe nedeniyle kitaplarını yıllarca yayımlatamayan Eroğlu, darbecilere inat kitap yazmaktan vazgeçmemiş. Agora Kitaplığı tarafından yayımlanan üçlemesinin ilk kitabı Mehmet’ten sonra, ikinci kitabı Emine okurlarıyla buluştu. Üçlemenin son kitabı ise Rojin olacak. Emine’de siyasal İslam ve sol olgusunu tartıştıran, iki ayrı dünyanın insanlarını bir araya getiren ve kapitalizm karşıtı İslami hareketleri, kahramanlarının yardımıyla sunan Eroğlu, yazarlığın acı verici bir deneyim olduğuna, serüvenlerin insanı yazar yaptığına inanıyor. Dünyanın pek çok bölgesinde dindarların solcu da olduğunu anımsatan, özellikle Latin Amerika’daki Katolik rahiplerin bu konuda efsane olduğunu anlatan Eroğlu, Türkiye’de solun din kavramıyla barışmak için geç kaldığını söylüyor.
Müjgan Halis –Emine sizin için mütedeyyinlerin çeşitli kesimlerini tanıma süreci mi? Mehmet Eroğlu – Emine, Fay Kırığı Üçlemesi’nin ikinci kitabı. Üçlemenin planını 2002’de yaptım. O yıllarda toplum, üç tane fay hattının etrafında bölünmüştü. Bunlardan biri ve en önemlisi, artık göz ardı edilen zengin ile yoksul arasındaki fark. Şimdi zengin ve yoksulu, ancak televizyon dizisi adı olursa önemsiyoruz. İkinci kırılma, laik-dindar adı altında sandığımız kırılma. Üçüncüsü de Kürt-Türk kırılması. Türkiye bu üç derin çatlağın içinde bölünmüş vaziyette. Bu trajik bölünmeyi fon alarak toplumda yaşayan insanların kaderlerini yazmak istedim. Bugünün sonucu değil Emine. Hatta 1990’larda yazdığım Yürek Sürgünü’nde henüz radikalleşmemiş eğilimlerle ilgili tespitlerim, Müslümanlıkla solculuğun nasıl bağdaşabileceği konusunda araştırma yapan roman kahramanlarım vardı.
BÜYÜK AŞKLARIN HEPSİ TRAJİKTİR
M.H. – Tam da bu dönemlerde Emine’yle çok benzer şeyler yaşıyoruz. M.E. – Benim roman anlayışım insan odaklı ama insanın gerisinde her zaman toplumsal bir kanaviçenin olduğu bir anlayış. Düşünün ki, TİP’e oy vermiş yerler, sonraki yıllarda MSP’ye oy verdi. Demek ki ortada bir durum var. Aklı çalışan ve etrafa bakan birinin bunlarla ilgilenmesi gerekiyor. Yürek Sürgünü’nde radikal İslam’ın şiddete kayabileceğine ilişkin çok açık tespitler vardı. Nitekim daha sonra da…
M.H. – Hizbullah diye bir şeyle uğraştık… M.E. – Evet aynen öyle.
M.H. – Ama sekiz yılda epey de bir yol aldık, değil mi? Şimdi geldiğimiz yeri nasıl görüyorsunuz? M.E. – Bence yapay bir gerilim ama birtakım kültürel ve sosyolojik temelleri de var. İki taraf da birbirini öteki olarak görüyor, yadsıyor. Ama unutmayalım, bugün iktidarda olan çizgi, daha çok liberal kapitalizme yanaşmış, Müslüman akımın bir yönünü oluşturuyor. Benim ilgimi çeken, Müslümanlığın toplumcu, paylaşımcı, örgütlenmeye hayır demeyen tarafı.
M.H. – Kemalizm’in ne kadar payı var bu soğuklukta? M.E. – Bizde solcuğun kökleri küçük burjuva radikalizmine dayanır. Daha çok kent soylu, öğrenci kaynaklıydı. Benim hatırladığım arkadaşlarımın içinde namaz kılan yoktu, hatta o zaman kılsaydı, herhalde içimizde barındırmazdık. Ama dindarların da solcu olduğunu kabul etmek zorundayız.
M.H. – Eski bir solcu olarak ne düşünüyorsunuz geç kalmışlık konusunda? M.E. – Ben en baştan beri solcuyum ama Müslümanlık ile alakam olmadı. Halbuki Müslümanlığı bilmek önemli bir şey. Öğrenciyken desteklemek için gittiğimiz grevde, işçilerin Ramazan nedeniyle oruç tuttuğunu bile akıl edemedik. Sigara ikram ettik ve neden içmediklerini anlayamadık.
M.H. – Romana adını veren Emine, enteresan bir karakter. Bu karakterin özelinde ne anlatmak istediniz bize? M.E. – Politik analizlerin ötesinde bu aynı zamanda bir aşk hikayesi. Aşk hikayesinin yazılabilir olması için, o aşkın imkansız olması lazım. Sonu mutlu biten aşk hikayeleri olmaz, büyük aşkların hepsi trajiktir. Buradaki soru şu: Aşk, inançtan daha büyük müdür?
YAZMAK ÖĞRETİLMEZ
M.H. – Sizin bütün romanlarınızda aforizmalar var. Bunu bilerek, kurguyla mı yapıyorsunuz? M.E. – Bazen yolda yürürken, yolculukta, yüzerken aklıma bir cümle geliyor ve tabiri caizse veciz bir şekilde geliyor. O şekilde söz söyleyen yazarları önemserim. Çünkü kısa bir cümleyle bir paragrafta söylenebilecek tanımları yapıyorlar.
M.H. – Nedense romandaki kadın kahramanlarınızı çok sevmediğinizi düşünüyorum. Mesela Emine’yi okurken, aslında Mehmet’i okuyoruz. M.E. – Bu benim kusurlarımdan biri, demek ki kadın gibi hissedemiyorum.
M.H. – Uzun süredir yazarlık eğitimi veriyorsunuz. Bu, Türkiye’de bir sektöre dönüştü artık, ne düşünüyorsunuz bu konuda? M.E. – Yazmayı öğretmiyorum. Gelenlere ilk derste söylediğim ilk cümle, yazmanın öğretilebilir bir şey olmadığı ama öğrenilebilir bir şey olduğu. Edebiyat atölyeleri yapıyoruz, daha çok roman okuma, roman değerlendirme dersleri veriyorum. Yazmaktan çok, nasıl okunması gerektiği konusunda fikir veriyoruz. Çünkü çoğu insan nasıl okuması gerektiğini bilmez, rastgele okur. Yazar olmak isteyenlere ise neleri göze almak gerektiğini anlatıyorum. Bu kadar yaygınlaşmasını da olumlu buluyorum.
M.H. – Karaburunlusunuz ve üç romanınızı denize bakarak yazmışsınız. Merak ettim, bunlar hangi romanlarınız? M.E. – Düş Kırgınları, Belleğin Kış Uykusu ve Kusma Kulübü’nü Karaburun koyunda yazdım. Koyun karşıya mesafesi 800 metredir, her gün yüzerek üç kere gider gelirim. Giderken de hiç başımı çıkarmadan, aşağı yukarı 70-80 metre yüzerim, o kadar çok şey gelir ki aklıma gözlerim denizin içindeyken.
M.H. – Mühendis kökenlisiniz, sözle bu kadar barışık olmanız enteresan… M.E. – Dostoyevski de mühendis kökenliydi, Oğuz Atay da. Önemli olan söyleyecek lafınızın olması. Fransızlar buna ‘büyük hayat yaşamak,’ yani serüven diyor. Biliyorsunuz, serüven sözcük olarak sevimli gözükür ama aslında kötü talih demektir. Başınıza kötü bir şey gelip paçayı kurtarırsanız, serüven yaşamış olursunuz; kurtaramadıysanız yok olur gidersiniz. Serüvene yakın bir hayat yaşamış olmak, yazarlara çok iyi bir temel teşkil eder.
M.H. – Fay Kırığı Üçlemesi’nin son romanı Rojin olacak. Ne anlatacaksınız son romanda? M.E. – Kürt meselesinde söylenmedik bir şey kalmadı. Yapabileceğimiz tek şey söylenenlerin daha iyi anlaşılması için farkındalığı artırmak. Savaşın şehit ve ölü ele geçirme dışında, başka bir şey olduğunu anlatmak istiyorum. Savaş, insanlık durumunun en keskin hallerinden biridir; insan insanlığının birçok öğesinden savaş zamanlarında vazgeçer.
Issızlığın Ortasında, Yarım Kalan Yürüyüş, Adını Unutan Adam, Kusma Kulubü ama ille de Yüz:1981. Tanıyanların sevdiği, sevdikçe vazgeçemediği, vazgeçmedikçe de tutkuyla bağlandığı bütün kitaplarını okumak için kitapçı raflarını aşındırdığı bir yazarın, ilk aklıma gelen eserlerinin isimleri bunlar: Mehmet Eroğlu’nun. İlk romanıyla Orhan Kemal Ödülü’nü kazanan, ancak darbe nedeniyle kitaplarını yıllarca yayımlatamayan Eroğlu, darbecilere inat kitap yazmaktan vazgeçmemiş. Agora Kitaplığı tarafından yayımlanan üçlemesinin ilk kitabı Mehmet’ten sonra, ikinci kitabı Emine okurlarıyla buluştu. Üçlemenin son kitabı ise Rojin olacak. Emine’de siyasal İslam ve sol olgusunu tartıştıran, iki ayrı dünyanın insanlarını bir araya getiren ve kapitalizm karşıtı İslami hareketleri, kahramanlarının yardımıyla sunan Eroğlu, yazarlığın acı verici bir deneyim olduğuna, serüvenlerin insanı yazar yaptığına inanıyor. Dünyanın pek çok bölgesinde dindarların solcu da olduğunu anımsatan, özellikle Latin Amerika’daki Katolik rahiplerin bu konuda efsane olduğunu anlatan Eroğlu, Türkiye’de solun din kavramıyla barışmak için geç kaldığını söylüyor.
M.H. – Emine sizin için mütedeyyinlerin çeşitli kesimlerini tanıma süreci mi? M.E. – Emine, Fay Kırığı Üçlemesi’nin ikinci kitabı. Üçlemenin planını 2002’de yaptım. O yıllarda toplum, üç tane fay hattının etrafında bölünmüştü. Bunlardan biri ve en önemlisi, artık göz ardı edilen zengin ile yoksul arasındaki fark. Şimdi zengin ve yoksulu, ancak televizyon dizisi adı olursa önemsiyoruz. İkinci kırılma, laik-dindar adı altında sandığımız kırılma. Üçüncüsü de Kürt-Türk kırılması. Türkiye bu üç derin çatlağın içinde bölünmüş vaziyette. Bu trajik bölünmeyi fon alarak toplumda yaşayan insanların kaderlerini yazmak istedim. Bugünün sonucu değil Emine. Hatta 1990’larda yazdığım Yürek Sürgünü’nde henüz radikalleşmemiş eğilimlerle ilgili tespitlerim, Müslümanlıkla solculuğun nasıl bağdaşabileceği konusunda araştırma yapan roman kahramanlarım vardı.
Sabah Pazar, 25.09.2011 Müjgan Halis