‘Merhamet bütün erdemlerimizin anasıdır. Merhamet olmazsa acıma, adalet duygusu, direnme gücü, hatta umut da olmaz.’
“Sonra yıllarca bir daha ağlamadım, şeker hatta çikolata yemedim… Şeker ihanetin sembolüydü. Gördüğümde midem bulanıyordu. Sevgi anne de bir daha gelmedi. Yuvadakiler uzun süre üzüm ve muz yiyemedi… Geride Kemalettin Tuğcular ve dört ay süren omuz ağrısı kaldı… Utancı yıllarca sonra hissettim. O gün utanmayı bilmiyordum. Birisinin çocuğu olma isteğim o kadar güçlüydü ki, içimde başka hiçbir duyguya yer yoktu; hele utanca hiç…” Mehmet Eroğlu ile son romanı 9,75 Santimetrekare hakkında söyleştik: “Yaralı bir adamı anlatıyor Mehmet Eroğlu. Sokaktan gelen çocuğu, ruhu bereli olanı, İsa’nın Meryem’i öldürdüğünü gören bebeği, unutmaya ve arınmaya çalışan bir yazarı.”
Kitabın adı 9,75 Santimetrekare, kahramanımızın yarasının yüzölçümü… Yaralarımızın büyüklüğü müdür hayatı anlamlandırma biçimimize, ilişkilerimize, kaderimize yön veren? Asla unutulmayan -anı deyin, dönem deyin- şeylerden birisi çocukluksa, diğeri de ilk yaradır. İlk yara hep yaraların en derini, hep en çok acı verenidir. Hepimiz acıdan uzak durmaya çalışırız, ama acı biz sahici kılar, bize hayatı ve kendimizi kavramamıza yardım eden bir bilinç hediye eder. Belki dinlerken hoşlanmayız ama unutmamalıyız ki, acıdan söz eden ortak dertten, dertlerimizden söz ediyordur. Soruya bu açıdan bakarak cevap vermek gerekirse, evet, hayatı anlamlandırma biçimimize yaralarımızın büyüklüğü, derinliği yön verir. Bağlarsak: Acınızı aşındırabilirseniz, sızılı bir anı edinirsiniz, aşındıramazsanız o acı yazgısını alt etmeye çabalayan trajik bir insan yaratır. Trajik insan da edebiyatın en önemli konusudur. Ben de yazarken genellikle trajik insanları, insanın varlığındaki gri bölgelerde boy atan temaları ele alırım.
Ahmet’in yüzündeki yara, açıkta taşınan bir kişisel tarih gibi… Geçmişini ve yüzünü başkalarının merakına da açık hale getiren bu yarayı ameliyatla yok etmek istemiyor, ancak örtmek için sakal bırakıyor. Yüzümüz benliğimiz midir biraz da? Bizi en çok biz yapan iki şey var: Adımız ve yüzümüz. ‘Görünüş önemli değil, önemli olan kişilik ve ruhtur’ derler ama bedensel kusurların kişiliğimizi derinden etkilediği, ruhumuzda onarılması zor yaralar bıraktığı da bir gerçektir. İnsan son tahlilde bir sürü hayvanı; ötekilerden farklı olmaya, sürüden ayrı düşmeye dayanamıyor. Malraux’un Umut’unda, Graham Greene’nin Cüzzam’ında bedensel eksikliklerin ve yaraların insan psikolojisi üzerindeki etkileriyle ilgili unutulmaz bölümler vardır. Sorunuz bana bunları hatırlattı… Ahmet’in yarasının gizlenişini, ‘sakal bıraktım ve böylelikle yaram yer altına indi’ diyerek ifade etmesi alaycı kişiliğinin bir sonucu. Eline para geçince o yaradan ameliyatla neden mi kurtulmuyor? Kurtulmuyor çünkü yaranın ortadan kalkması sahip olduğu en değerli şeyi, acılı anılarını yok edecek de ondan.


“Kemalettin Tuğcu’lar bana ne öğretti biliyor musun? Dayak yemeden de ağlanabileceğini.” Kemalettin Tuğcu kitaplarındaki içeriklerin pedagojik açıdan uygun olmadığı gerekçesiyle artık çocuklara okutulmadığını biliyoruz. Oysa Ahmet’e iyi gelmiş. Neden aradan geçen uzun yıllara rağmen Kemalettin Tuğcu’lar Ahmet’in kitaplığında başköşede duruyor?
Bence merhametle ilgili her şey yararlıdır; çünkü merhamet bütün erdemlerimizin anasıdır. Merhamet olmazsa acıma, adalet duygusu, direnme gücü, hatta umut da olmaz. Bir yerde yazmıştım. Galiba, Kusma Kulübü’nde: ‘Umutun iki güzel kızı vardır: Öfke ve cesaret. Öfke olanlara dayanabilmek, cesaretse, değiştirebilmek için…’ Bu nedenle içinde merhamet olan her şeye saygı duyarım ben. Küçükken birkaç mahalleli arkadaş, oturduğumuz evin yakınlarındaki çocuk yuvasının yüksek duvarlarından içeriye atlar, çocuklara kitap, bakkallardan çaldığımız şekerleri götürür, dışarısı, özellikle trenler hakkında konuşurduk. Onlar annesiz babasızdılar, benim de annem ve babam uzaklardaydı. Bir açıdan onlar benim yazgısal kardeşlerimdi. Bir keresinde kardeşlere dünyayı anlatabilmek için mahalleden iki arkadaş banliyö trenine kaçak olarak binip, son istasyona kadar gidip gelmiştik. Kemalettin Tuğcular bugün de bende duruyor.
Sevgi, ona okuma yazmayı öğreten, kitaplarla arasındaki güçlü bağın kurulmasına yol açan kadın. Vasfiye’nin evinde -onun parasıyla aldığı- kitapları okuyarak biriktirdiği cümleleri, benliğini tamir etmesi için Ayşın’a satıyor. Serap’ı gerçek anlamda fark etmesi, yaptığı alıntıların hangi yazardan olduğunu bilmesiyle başlıyor. Neden Ahmet’in tüm kadınlarla ilişkisinde edebiyat var? Aslında Ahmet’in hayatında topu topu iki kadın var. Ayşın ve Serap. Sevgi, kadından çok –anne de dahil- çocukluk düşlerinin simgeleştiği birisi. Vasfiye ile ilişkisine gelince bu bir kadın erkek ilişkisinden öte şeytani bir alışveriş. Ben edebiyatın -en azından benim için- kişinin acılı anılarını özümsemesinden sonra ortaya çıktığına inanırım. Ahmet’in duygu dünyası, ironik dünyası çocukluğunun gölgesini taşıyor. Ahmet gibi birisinin kadınları cezbetmesinin tek yolu var: Cümleler. İyi cümle bazen bir mücevher kadar değerli değil midir? Ahmet’in Serap’a ilgi duymasının ilk nedeni Schoendoerffer’den söz etmesi. Eğer birisi Schoendoerffer’den, Marguerite Yourcenar’dan, Conrad’tan söz ediyorsa, hele hele bu yazarlardan yaptığı alıntıları duvarlarına asıyorsa doğrusunu söylemek gerekirse ben de kulaklarımı ve gözlerimi dört açarım. Serap’a aşık olmasının nedenlerinden birisi de adı gibi birdenbire önüne çıkan kadının engin, saf merhameti…

Kahramanın yaşadığı bellek yitimi, kendini vicdan azabından koruyan belirsizliği beslerken, bir yandan da yazdığı romanda Zinar’ı yaşatma çabasına tanık oluyoruz. Yazar, “Hayatını neye adayacağına karar verememek: bence insanın temel sorunu bu.” diyor genç yazarla konuşurken. Ahmet, karar vermiş ve hayatını Zinar’ı yaşatmaya mı adamıştı? Bir anlamda evet. Hayatını unutmaya, bir anlık korkuya yenik düşerek yok ettiği hayatı geri almaya, onu büyütüp yetişkinliğe taşımaya adamış. Hayatlarımıza hükmeden -ama pek azımızın farkına vardığı- o küçük anlar değil midir? Ahmet –ve tabii Zinar- bu açıdan Lord Jim’inkini andıran kısacık bir ana kurban gidiyor.
Kitabın ana karakteri Ahmet, “bir üçüncü sayfa haberi”nden artakalan… Vasfiye, “üçüncü sayfa”ya düşmeyecek kadar tedbirli olsa da, bu onun hayatının dramatik yanını eksiltmiyor. Hüseyin’den, Dede’ye, Marilyn’den, küçük halaya, Suriyeli Hanin’ e kadar birbirine dolanarak, her biri içimize saplana saplana ilerleyen birçok hikâye var romanda. Hatta “içinde çekirge olan” bir başka roman daha var. Siz de “Tembeller için yazmam ben.” diyen Ahmet gibi mi düşünüyorsunuz romanlarınızı yazarken? Leyla Sayar’a aşık eski bir kamera asistanın hikayesini de unutmamalıyız! Sorunuz bana geçen hafta kitapla ilgili bir konuşma sırasına iyi okur olduğunu bildiğim bir edebiyat severin ‘9’75 Santimetrekare’nin iç içe iki romandan öte, barındırdığı diğer yan hikayeler açısından çok zengin olduğunu ve bana bir çok hikayeyi bir araya sıkıştırıp, israf etmişsiniz’ dediğini hatırlattı. Okurumun deyimiyle var olan hikâyelerle en az üç roman daha yazılabilirmiş. Belki doğru, ama yazarken öyküler aklıma geldiği için yerlerine yerleştiler. Yan hikâyeleri genişletip, derinleştirebilirdim ancak o zaman da ortaya aksiyon çizgisi biraz gevşemiş bir roman çıkardı. Bence Ahmet’in dramı, olayın hızlı ilerleyişi, kameranın hep üzerinde olmasını, ona odaklanmasını gerektiriyor. Dramatik aksiyon çizgisini gergin tutmak gerektiriyordu. Tabii ki okurlarımın tembel olmasını istemem. Her yazar doğal olarak dikkati keskin, yazarın temposuna eşlik eden okurlar ister.
Sadece bu romanınızda değil öncekilerde de (örneğin Fay Kırığı’nda), cinsellik kadın ya da erkek karakterlerin iç dünyasını, hesaplaşmasını, arayışlarını anlamamızda başat öneme sahip öğelerden biri haline geliyor. Sizin romanlarınız için bunu söyleyemem ama genel olarak öyküde, romanda, cinsellik uzak durulan bir alan gibi geliyor. Edebiyatımızda cinselliğin az yer bulması, yer bulduğunda da çoğu kez klişelerle işlenmesinin nedeni ne olabilir? Edebiyatımız bu anlamda muhafazakâr mıdır? Romanda cinsellik önemi bir konudur çünkü cinsellik sanatın ana temalarından birisidir. Romanımızın cinsel açıdan muhafazakârlaşıp muhafazakârlaşmadığını bilemem ya da bunu etraflı bir inceleme yapanın söylemesini tercih ederim, ama bildiğim son yirmi yılda edebiyatımızın isyankâr, muhalif tavrını büyük ölçüde yitirdiği. Edebiyatımız iğdiş edilmeye çalışıldı. Bu dönem boyunca romanın ve romancının toplumsal bakış açısına sahip olması bir eksiklik gibi vurgulandı. Edebiyat, edebi mahfellerde değil, sisteme egemen medya kanallarında ele alınır oldu. Sadece ele alınsa! Biçim de verilmek istendi. Sanat bir anlamda ‘halkla ilişkiler’ romancı ise ‘halkla ilişkiler uzmanı’ konuma dönüştürüldü. Bence edebiyatımız sınıf algısını yitirdiği, tercüme edilme endişesiyle yazılır hale geldiği için muhafazakârlaştı. Oysa yazarın, -sanatçının- görevi sorgulayarak yaşadığı zaman dilimine ışık tutmayı ve ona müdahale etmeyi de kapsar. Sanatın amacı (bilim gibi, saf din gibi, felsefe gibi) yaşamda var olmayanı, dengeyi arayışımızda daha adil, daha aydınlık olmaktır. Sanatçı uyumsuzlukları, çelişkileri belirginleştirmek, en azından unutturmamakla görevlidir. Nietzsche, “Pazaryerinden ve şöhretten uzakta oluşur bütün büyük ve değerli şeyler,” der. V. Hugo ise ‘her yazınsal eylemi toplumsal bir eylem’ olarak görür.

Romanda yazgıları iç içe geçen iki karakterin biri İzmir’den, diğeri Şırnak’tan. Zinar’ın olası yaşam hikâyesinde ve Ahmet’in geçmişinde kurulan ortaklık, çocukluğun doğuda da, batıda da nasıl örselendiğini o kadar çarpıcı anlatıyor ki! “Çocukların yazgısına kimler hükmeder?” ve “Unutma, anneler ve babalar sanatçılar için gereklidir. Özellikle de kötü olanlar.” diyorsunuz. Çocukluk, ailenin yokluğu, ihmal edilmişlik, örselenmişlik… Bunca kötülük arasında, (Marx’ın din ile ilgili cümlesinden çalarak sorarsam) edebiyat, “kalpsiz dünyanın kalbi” midir acaba? Evet, edebiyat, daha geniş bağlamda söylersek, sanat, kalpsiz dünyanın kalbidir. Bana sorarsanız sanatın nihai amacı ‘bir insanlık bilinci, vicdanı yaratmaktır’ derim. Edebiyat, yani romanlar farkındalığımızı arttırmıyor, toplumsal belleğimiz ile toplumsal vicdanımızı derinleştirmiyorsa, geçiniz derim… Ben sanatın ve sanatçının söyleyecek bir şeyi olması gerektiğine inananlardanım; yazar ya da sanatçının mayasında adalet duygusuna tapınma olmalı, vicdanı yüreğinin yanında yer almalı ve bu vicdan toplumsal, insanî kaygılar içermelidir diyenlerdenim. Daha açık deyişle, yazar kendini sever değil, insanlığı sever olmalıdır, diye düşünenlerdenim.
Kahramanımızın ironik bir dili var. Yeri geldikçe zekâ ve mizahtan kurduğu kalkanla sorulara, cevaplara teğet geçebiliyor ya da can alıcı cevaplar verebiliyor. Ahmet’in üslubundan yola çıkarak romandan bağımsız bir soru sormak isterim: Gezi eylemleri ile birlikte toplumsallaşan, yaygınlaşan ve aslında siyasal alanda çok da alışık olmadığımız bir mizah dili çıktı ortaya. Yalnızca pankartlara, duvarlara yazılan/çizilenleri kastetmiyorum, gazetelere, köşe yazılarına, siyasi değerlendirmelere de sızan, yerleşen bir dil haline geldi sanki. Bu dili doğuran, muhalefet alanında da giderek yerleşik hale gelmesine yol açan nedir sizce? Mizah göreceli olarak daha güçsüz olanın en önemli silahıdır ve keskin bir zekânın ürünü mizahın gücüyle hiç bir silah kolay kolay baş edemez. Üstelik mizahın kolektif bir üretim tarzı, biçimi de var. Toplumsal muhalefeti birbirine eklemleme olanağı sağlıyor. Öte yandan fiziksel muhalefet keskinleştikçe saflar genellikle seyrekleşir. Ama mizah söz konusu olduğunda muhalefet safları sıklaşabilir. Tabii şunları da eklemeliyiz: Baskın niteliği budalalık olan despotlar da mizah için büyük şanstır ve ne zaman baskı artsa, mizah da keskinleşip artar.
Akademisyen Serap, travesti Marilyn, “çapulcu rozeti” taktırmayan, mahalle ahlakının bekçisi esnaf, savaş yarası taşıyan eski asker, meraktan uğramış “sosyete”… Ancak tüm bunların içinde, Gezi eylemlerini romana taşıyan sanki Marilyn. Ahmet’in Gezi eylemlerine karşı belirgin bir heyecanına tanık olmuyoruz. Serap olan biteni coşkuyla anlatırken, geçmişte “yoldaşları ile faşist patakladığını”, Paris Komünü’nün sonundan bile haberdar olduğunu bildiğimiz Ahmet, “ben yine her şeyin kıyısındayım” diyor. Gezi eylemlerinin politik karakterine ilişkin çok az şeyin söylenmiş olduğunu, yalnızca Ahmet’in Cihangir’deki evine taştığı kadar, Ahmet’in sokağa çıktığı kadar romana dahil edildiğini düşünebilir miyiz? Önce şunu belirtmeliyim: Bu roman Gezi ile ilgili değil. Gezi Direnişi romandaki olayların geçtiği süre -2013 Haziran’ının ilk 15 günü- içinde yakın çevredeki, her şeyi tıpkı bir deprem gibi altüst eden toplumsal bir patlama olarak fonda yer alıyor. Kitapta Gezi olaylarının niteliğine ilişkin açık değerlendirmeler olmasa da karakterlerin olaylar karşısında takındıkları tavırlardan bir durum tespiti yapılmış oluyor. Kentsel kökenli gençlerin, sanatçı ve liberal burjuvazinin, antikapitalist müslümanların, cinsel ayrıma tabii tutulanların ve esnafın tavrı açık. Ahmet’e gelince o –yaşamın kenarında- sadece Zinar’ı doğuran belleksizlikle ilgili. Onun hayatının kırılma noktası Gabar’daki o köy. Sadece Gezi’ye değil, hayata uzak duruyor.
9,75 Santimetrekare’den önce, arka planında yakın Türkiye tarihinin yer aldığı Fay Kırığı- Mehmet, Emine ve Rojin’den oluşan üçlemeyi yazdınız. Savaş, askerlik, toplumsal, siyasal meseleler romanlarınızda hep vardı ancak Rojin’de gerillanın yaşam ve düşünme tarzına, askeri yaşamın bilgisine, savaşın insanda yarattığı psikolojiye; 9,75 Sanrimetrekare’de Zinar’ın adından sürgün edilmesine, köy baskınına, ailelerin parçalanmasına… Toplumsal kırılmayı oluşturan sorunların ve sonuçların hemen hepsine hakim bir bakışınız var. Roman karakterleri aracılığıyla anlattıklarınızı, nasıl gözlemlediniz? Örneğin Rojin karakteri için ya da Zinar karakteri için özel çalışmalar yaptınız mı romanlarınızı yazmadan önce?
Nerdeyse 20 yıllık bir biriktirme: Kürt savaşı ve laik-müslümanlık çatışması konusunda, olaya zıt açılardan bakan onlarca kişiyle konuşma, yüze yakın kitap, anı, roman ve askeri rapor okuma, çatışmalara katılanlarla bire bir konuşma, binlerce fotoğraf toplama, arkeolojik, tarihsel ve coğrafik inceleme, tıbbi danışma, kendi geçmişimden gelen bilgiler ve bir ekiple geniş bir arşiv taraması… Öyle ki, o yörede ne yenir, hangi hayvan yaşar, hangi çiçekler açar, dağda yaşamanın, gerilla savaşının gündelik ayrıntılarını tek tek öğrenmek gerekti. Ve tabi bunlara eklenecek çok önemli bir şey daha var: Tutarlı bir bakış açısı. Çünkü roman her şeyden önce bir bakış açısı meselesidir.
Schoendoerffler’den Krala Veda ve Yukarda, Henry Miller’den Yengeç Dönencesi, Joseph Konrad’ın Lord Jim’i 9,75 Santimetrekare’de adı geçen romanlar. Okur Mehmet Eroğlu olarak, başka hangi romanları ya da kitapları önerirsiniz okurlarınıza? Öncelikle şunu söyleyeyim, ben insanları ikiye ayırıyorum: Dino Buzzati’nin Tatar Çölü’nü okuyanlar ve okumayanlar… Klasikleri saymazsak belki şunları da ekleyebilirim. Marguerite Yourcenar’dan Hadrianusun Anıları ve Alexis… Romain Gary’nin Cennetin Kökleri… Conrad’ın Karanlığın Yüreği… Graham Greene’nin Yıkılış’ı, Pierre Schoendoerffer’in Krala Veda’sı, Malraux’nun Umut’u, Kantonda İsyan’ı, İnsanlık Durumu… Listeyi tamamlayanlar haber versin, yeni liste veririm…
9,75 Santimetrekare / Yazar: Mehmet Eroğlu / Roman / İletişim Yayınları /1. Baskı, 2014, İstanbul Editör : Levent Cantek, Kapak: Suat Aysu, Uygulama: Hüsnü Abbas, Düzelti: Ayla Karadağ
Mehmet Eroğlu; 1948’de İzmir’de doğdu. 1971 yılında ODTÜ’den mezun oldu. Aynı dönemde, 12 Mart darbesi ardından kurulan sıkıyönetim mahkemesince sekiz yıl hapse mahkûm edildi. 1974 yılındaki genel aftan sonra yazmaya başladı. İlk romanı Issızlığın Ortası, 1979 Milliyet Roman Ödülü’nü kazanmasına karşın 12 Eylül sıkıyönetim döneminde solcu ve antimilitarist unsurlar taşıdığı gerekçesiyle yayımlanamadı. Romanları ancak 1984 yılından itibaren basılabildi. Milliyet Roman Ödülü’nün ardından Madaralı Roman Ödülü ve Orhan Kemal Roman Armağanı’nı da kazanan Issızlığın Ortasıve Geç Kalmış Ölü’yü sırasıyla, Yarım Kalan Yürüyüş (1986), Adını Unutan Adam (1989), Yürek Sürgünü (1994) adlı romanlar izledi. Mehmet Eroğlu 1994-2000 yılları arasında senaryo yazımı ve müzik çalışmaları nedeniyle romana ara verdi. Bu dönemin ardından Yüz: 1981Zamanın Manzarası (2002), Kusma Kulübü (2004),Düş Kırgınları (2005), Belleğin Kış Uykusu (2006) yayımlandı. Fay Kırığı Üçlemesi’nin ilk kitabı Mehmet 2009, ikinci kitap Emine’yse 2011 yılında yayımlandı. Eroğlu’nun ayrıca öğrencileri tarafından kitaplarından seçilmiş Edebi Aforizmalar adlı bir kitabı daha vardır. Fay Kırığı Üçlemesi’nin son kitabı olan Rojin, 2013 yılında İletişim Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Mehmet Eroğlu’nun senaryo çalışmaları, televizyon için yazdığı dizilerin (Sızı, Issızlığın Ortası, Tutku) yanı sıra, 1996 yılında İstanbul Film Festivali’nde En İyi Türk Filmi ve Uluslararası Sinema Yazarları ve Eleştirmenleri –Fipresci– ödüllerini kazanan 80. Adım ve 1997 Antalya Altın Portakal Jüri Özel Ödülü’yle, 1997 Adana Altın Koza En İyi 3. Film Ödülü’nü kazanan Solgun Bir Sarı Gül gibi, sinema filmi senaryolarını da içermektedir.
Yazar Fotoğrafları: Müge Yemişçi ve Füsun Iğdır
Yazıyı okuryazar.tv’de görüntülemek için tıklayın.