MEHMET EROĞLU:
“Yazar Olmak Aslında Tanrıya Meydan Okumaktır”
Mehmet Eroğlu’nun, 1979 Milliyet Roman Yarışması’nda birinciliği Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları”yla paylaşan “Issızlığın Ortasında” adlı romanı, sekiz yıl sonra yayınlanabildi. Bu açıdan bakılınca yeni, gerçekteyse eski bir yazar Eroğlu. Ankara’da oturuyor. Romanın yayınlanması dolayısıyla İstanbul’a geldiğinde tanıştık, konuştuk kendisiyle. Kimi sorular yönelttiğimiz bu konuşmayı teybe de aldık. Okuyacağınız yazı, bu konuşmadan derlendi.
Konuyla ilgili ya da ilgisiz, kiminle karşılaşırsam karşılaşayım, romanda yazdıklarımla kişiliğim ve görüntüm arasındaki zıtlık çarpıcı oluyor. Aslında şu anda otuz beş yaşındayım, önemli bir mühendislik projesi yürütüyorum. Günde yaklaşık dokuz saatlik bir toplantım var, on saate yakın çalıştığım zamanlar oluyor; ama yine de her gün bir buçuk saat yazıyorum. Sabah yarım saat ve ya kırk beş dakika düşünme, akşam da bir-bir buçuk sayfa yazma. Böyle oluyor yazmam.
Kişiliğimde öyle söylenebilecek bir olağanüstülük yok. Çok iyi bir çocukluk geçirdim. Yirmi bir yıl erkek okullarında yatılı okudum. Böyle olunca hep güçlü olmak, ama gerektiğinde büyük fedakarlıklar yapmak, bazı şeyleri yüklenmek gerekiyor. Üniversiteye gelinceye kadar kişiliğimi oluşturan en büyük özellik bu sanıyorum. Üç kelimeyle şöyle de özetleyebilirim: Arkadaşlık, fedakarlık, güçlü olma. Orta öğrenimimi İzmir’deki Bornova Anadolu Lisesi’nde yaptım. Çok güzel bir okuldu. Ne zaman çocukluğuma dönmek istesem hep bu okulu düşünürüm. Keşke tekrar o okulda olsam…
İyi yazar olmak için ya büyük bir hayatın olacak ya da çok iyi yazarları okuyacaksın. Lisede iyi bir öğrenciydim, sonradan gerileme oldu; çok başarılı olamadım. 1965-72 dönemi yenilikler dönemiydi. Önemli değer yargıları değişiyordu, ilk karşı çıkma hareketleri oluyordu. O dönemlere tanıklık ettim, bir kısmının içinde yaşadım. Böyle olunca, yazmaya da o noktadan başladım. Çünkü bana göre, iyi bir yazar olmak için ya büyük bir hayatın olacak (Conrad gibi mesela), ya da çok iyi yazarları okuyacaksın. Ben her ikisini de bir anlamda gerçekleştirdim, belli ölçülerde yapma şansına eriştim. Çok iyi bir roman okuyucusuydum, halen de bu özelliğimi koruyorum. Kendimi bildim bileli iyi roman okurum. Bu arada elbette bazı adlar verebilirim. Benim için en önemli yazar Dostoyevski’dir. Onun yanı sıra İngiliz edebiyatından Conrad önemlidir yine. Fransız A. Malraux, yine Fransa’dan Romain Gary ve Schoendoerffer, İspanyol asıllı Fransız Jorge Semprun. Bunlara klasikleri eklemiyorum.
Romanda Herhangi bir gerçeği, toplumsal gerçeği çözümlemek iddiasında bulunmamak gerek. Aslında ben bir romanın çok önemli ya da çok iddialı yargılar taşımasına karşıyım. Romanda herhangi bir gerçeği çözümlemek, toplumsal gerçeği çözümlemek iddiasında bulunmamak gerek. Çünkü hangi bakış açısıyla bakılırsa bakılsın romanda yazarın öznel bir tezi, birtakım duygusallıkları vardır. Şunu söylemek istiyorum: “Şu doğrudur ya da yanlıştır” benzeri saptamalar benim için önemli değil. Benim için önemli olan, o olayları oluşturan kişilerin özellikleri… Bence bir Türk tipi çıkıyor bu özelliklerden. Ve bunun geçmişi çok eskilere uzanıyor, onun bir biçimi. Yani Türkiye’de değişik tarih zamanlarında, değişik biçimlerde ortaya çıkan; eğitimiyle, kültürüyle, davranışlarıyla halktan kopuk ama yine de büyüleyici, aşağı yukarı, yarı insan tipi bu. Onları anlatmak gerekir. Mesela ölümü göze alan bir tip var (Ölüm lafı kolay gibi gelirse de bu o kadar kolay değil. Sıra ölüme gelince o kadar kolay olmuyor.)
Kimi insanlar ölümü göze aldılar, doğru-yanlış bunu tartışmıyorum; üstelik önemli bir kısmının yanlış olduğu kanısındayım. Romanda da bu bölüm bölüm seziliyor. Kısacası şunu söylemek istiyorum: Romanda toplumsal bir değerlendirme yapmak, onun için yargılamada bulunmak yanlış. Bunun biçimi makale yazmaktır. Ama bir yanlış yapılıyorsa o yanlışın içindeki kişileri anlatmak da romandır. Belki romandaki bazı durumlar, bazı gerçekler, bazı özellikler incelemelere ışık tutabilir sonra. Benim özellikle ilk iki kitabımda yapmaya çalıştığım, aşağı yukarı Türkiye’yi ters yüz etmeye niyetlenen birtakım gençlerin ortak bölenini, motivasyonunu işlemek, bunun altının çizmekti. Tabii bu bir estetik kaygı ve bir olaylar zinciri içinde olmalıydı ve bu açıdan sanıyorum öyle.
Aynı dönemi konu alan öteki romanlara gelince… Bütün çalışmaları takdirle karşılıyorum, herkesin bir çabası var. Ama o kitapların önemli bir kısmının da çok büyük saptamalar getirdiğine inanmıyorum. Şu anlamda, mahkum etme veya yüceltme anlamında… Doğrudur, toplumsal olaylar, öyle iki yıl sonra çizilemez. Doğru olamaz. Gerçeklerin ayağı var ve yürüyor, on yıl sonra bir başka noktada kendini gösteriyor, ortaya çıkıyor. Bu bakımdan 12 Mart’tan on yıl sonra olanlarla o kişilerin ortak bölenlerini bulmakta yarar var.
Şimdi romanda ben neyi dengelemeye çalışıyorum, onu da şöyle söyleyeyim: Aslında, roman nihayet bir şeyin anlatılmasıdır ve sonuçta önemli olan onu iyi anlatmaktır. Neyi anlatırsanız anlatın, iyi anlatın ama. Okutma; romancının birinci endişesi bu olmalıdır. Biçim üzerinde çok durmuyorum. Çok önemli değil benim görüşüme göre. Romanda önemli olan konudur. Neyi yakaladığınız, neyi anlattığınız önemlidir. Herhalde Don Kişot’un önemli bir edebi niteliği var. Ama Don Kişot gerçeği için Don Kişot’un kendisi önemlidir. Orda konu önemlidir. Malraux’un “Umut” unda, İspanya iç savaşı, yani konu önemlidir. Biçim sonradan gelir. Biçim zaten konuyu bir şekilde şekillendirir. Daha iyi bir biçim gerekiyorsa o kendiliğinden ortaya çıkar.
Romanın içinde bir ateş yanmıyorsa, romanda bazı şeyler eksik demektir. Romanda bence bireysellikle toplumsal mekanı, olayları, olayın gerisindekileri ve gerçekleri iyi dengelemek gerek. Bu önemli. Eğer birinin dozu kaçarsa, bence roman, ölçüsü kaçan bir roman oluyor. Şu ya da bu tarafa götürülüyor. Onun için bu dengenin çok iyi kurulması gerektiği kanısındayım. Bir de tabii estetik önemli. Oturup bin sayfa ya da iki bin sayfa yazmak önemli değil. Roman, içinde estetik unsurlar taşımalı. Yani romanın estetiği yok ise, romanın duygusallığı yok ise, romanın içinde bir ateş yanmıyor ise, o zaman romanda bazı şeyler eksiktir denebilir.
Okunsun diye yazdığımıza göre, onu okutmak zorundayız. Ayrıca bence romanda kurgu önemli. Çünkü kurgu okuyucuya yardım eden, okuyucunun daha çabuk kavramasını veya romanı sonuna kadar götürmesini sağlayan bir araç. Buna dikkat etmek gerekiyor. Şu denemez: “Bir yazar olarak ben yazdım, okunsun” Okunsun diye yazdığımıza göre, onu okutmak zorundayız. Mesela, Shakespeare’in birçok eseri bir anlamda büyük polisiyelerdir. Kitabın birinci sayfasında başlayan, sonuna kadar yükselen ya da belli yerlerinde koşan gerilimleri olmalı. Okuyucu onun içinde sona doğru yürümeli. Onun için polisiye romanları severim, iyisini kötüsünü ayırt etmeden okurum. Yazarın, bir yerden, her yerden öğrenebileceği, ders alabileceği şeyler vardır. Gündelik hayatta yaşarken hep aklımın bir tarafı bazı sözcükleri, cümleleri, bazı durumları bir yere kaydeder. O bakımdan bu dengenin içinde kurgunun da önemli olduğu kanısındayım.
Tutarlı bir bakış açısını, ayrıca çalışkan olmayı gerektirir roman. Önemli bir başka nokta da tutarlı bir bakış açısı. Tutarlı bir bakış açısı derken sağ ya da sol anlamda tutarlı bir bakış açısı demek istemiyorum. Sağ ya da sol, hangisinden bakılırsa bakılsın, tutarlı bir biçimde romana bakılmasını kastediyorum. İnsan sağcı da olabilir, liberal de olabilir, ama tutarlı bir bakış açısı varsa çok iyi bir roman yazabilir. Roman bu anlamda tutarlı bir bakış açısına gereksinimi olan bir olaydır.
Her işte olduğu gibi romancının da çalışkan olması gerekiyor. Çalışkan olmadan iyi roman yazılmıyor. Söyleyeceğiniz şey ne kadar iyi olursa olsun, ortalama dört yüz sayfalık bir beyazlığa bunu geçirmek zorundasınız. Ve bunu siz yapmak zorundasınız, sizden başka kimse yapamaz. İki defa veya üç defa da geçiliyor bazen. Roman yazmanın bir özelliği de sabırlı olunması. Başkalarını bilemiyorum, çünkü ben aynı zamanda iki hayatı içi içe sürdürüyorum. Biri son derece olağan bir yaşam, aşağı yukarı günde üç toplantı, konular; bir yandan da roman yazmaya çalışıyorum, bir de okumaya. Gece iş bittikten sonra, geç vakitlerde okuyorum.
1976’da bu romanı yazdım.”Issızlığın Ortasında” yı. Bir kenara bıraktım, sonra ikincisini yazdım. Bildiğiniz gibi katıldığım Milliyet Roman Yarışması’nda, 1979 ‘da Orhan Pamuk’la birlikte birincilik ödülünü paylaştım. Bugün 1984 Mayısı, Erdal Öz’le bir hesap yaptık. 1977’den bu yana yedi-sekiz yıl geçti, dört roman bitirdim, yaptıklarımın üzerine tek satır bir şey çıkmadı bir yerde. Ama sabır… Mutlaka çok çalışmanın mükafatı görülüyor. Aşağı yukarı her işteki bu gerçek roman konusunda da geçerli.
Roman yazmamın nedenine gelince: Roman yazmak insanın hayatındaki boşluğu dolduran önemli bir olay. Şunu söyleyeyim, roman yazarken hep zamana meydan okudum. Bunu hep geçmişimdeki hatalarımın dengelenebileceği bir olay gibi düşünürüm. Yazmak bir anlamda yaratmaktır. Yazar olmak (iyiliğini veya kötülüğünü bir yana bırakırsak), sadece yazar olmak, aslında Tanrıya meydan okumak gibi bir şeydir; yaratmak yada yok etmek. Bu iki özellik Tanrının özelliğidir ve yazarlık Tanrıyla boy ölçüşmedir, bir iz bırakmaktır. Ben hayatımda hep bunu düşünürüm. Bundan belki on beş bin yıl önce, ilk insanlar da en iyisini mağaralara yapıp “işte ben buradayım” demişlerdir. Yani bir iz bırakmak; seçim yapılırsa bunlardan en güzeli de yazmak; eğer yazdığımız iyi bir şeyse, geleceğe kalıyorsa, buna hayata ufak bir çizgi atmak da denebilir.
Benim bu motivasyonum olmasaydı, sıradan, olağan bir yaşamı omuzlamak son derece zordu. Ama sıradan, olağan yaşamı olanlara da saygı duymak gerek. Aslında bu düşünceler kitaplarımın belli yerlerinde de tartışılır. Asıl cesaret ve yüreklilik, hem olağan içinde kalıp, hem de o sınırların içinde hayata karşı koyabilmektir. Bu çok önemli. Kimi insan yıllar geçer hep aynı biçimde yaşar, belli rahatsızlıkları hisseder, yine de direnir. Belki onlar bizden daha cesur. Çünkü biz ya da ben böyle bir ayrıma geldiğim zaman roman yazmayı seçiyorum. Aslında, yurt dışına gitmemde, başka yerlerde çalışmam da söz konusu olabilir, ama yazmak öyle hoş bir şey ki… Sonra Türkiye’de yazmak önemli ya da Türkiye için yazmak önemli. Bu, burada kalmam için önemli bir neden.
Çok rahat bir insan roman yazamaz. Yazarın bir rahatsızlığı olması gerekir. Yani bir motivasyonu olmalı yazmak için, çünkü çok rahat bir insan roman yazamaz. Sözgelimi Dostoyevski bu büyük rahatsızlardan, tedirginlerden biri. Tolstoy da çok önemli, büyük bir yazar. Tolstoy’da tablonun renk dengesi, kompozisyonu mükemmeldir ama Dostoyevski’deki ateş ve gölgeler yoktur. Dostoyevski insanda var olan gerçekleri ayrıntılarından ve maskelerinden sürüp ortaya çıkarmıştır. İşte Suç ve Ceza, işte Budala, işte Karamazof Kardeşler…
GÜRSEL AYTAÇ
ÇAĞDAŞ TÜRK ROMANLARI ÜZERİNE İNCELEMELER
GÜNDOĞAN
Prof. Dr. Gürsel Aytaç
27.8.1940, Eskişehir doğumlu Ankara Kız Lisesi mezunu. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde Alman Dili ve Edebiyatı, Latin Dili ve Edebiyatı okudu. 1962 yılında Alman Dili ve Edebiyatı Asistanı oldu. H.Hesse, chr, M. Wieland Th. Mann ve H. Böll üzerine araştırmalarıyla Doktor, Doçent ve Profesör oldu. 2 ciltlik Alman Edebiyatı Tarihi, Alman, Avusturya ve İsviçre edebiyatlarından çevirileri yayınlandı. Prof. Dr. Kemal Aytaç’la evli, bir oğlu var. Marburg ve Köln Üniversitelerinde DAAD ve Humboldt burslusu olarak alanında araştırmalar yapıt. Halen D.T.C.F. Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Başkanı, Uluslararası Germanistler Birliği Yönetim Kurulu üyesi.
AYLIK DERGİSİ
TARİH : TEMMUZ 1984